24 Eylül 2010 Cuma
Dibini dövmeyen diziyi döver ;
8 Ağustos 2010 Pazar
İzmir, Karaburun ve hayatımın en güzel tatili (Şekil 1-A)
Ne tatildi ey köpüşler tanrısı Ares! Ağustosun ortasında di'li geçmiş zaman kullanmak benim de canımı yaksa da 657. koğuşta vaziyyet bu şekilde iştigal ediyor. Tatilimin son 20 gününün on gününü daha annem babam ve ablamla memleketimde (Evet, köken olarak Yugoslavyalı olabilirim ama kütüğüm Akdeniz vilayetlerinde!) geçirmek zorunda kalmaktan şikayetçi olmam beni başta bayağı rahatsız etti; işin aslı ailemle daha yakın olmak, onların hislerine tercüman olmak, ne bileyim; Çocuklar Duymasın'ın yeni versiyonunu (Önceden söylemişliğim var, tekrar söylüyorum:: Aferin Bir.l G.ven; iyi b.k yedin!) ağız dolusu kahkahalarla, dizlerimi döve döve izleyerek onlara eşlik etmek gibi planlarım olmuştuysa da bunları hayata geçirmeye yeltenmek bile bünyemin alabileceğinden fazlasını oluşturuyor. (Bünyamin değil.)
Biraz toparlayayım. Tatilim şu şekilde cereyan etti: İstanbul-Mersin-İzmir-Mersin. İstanbul'dan Mersin'e ilk gelişimde sorun yoktu, beni bekleyen uzun bir tatil ve dahası İzmir vardı önümde. Asiye'm İzmir'de beni bekliyordu ve bu gidişimle alakalı beklentilerimin tamamen gerçekleşmesi bir bakıma gerçeküstüydü. Bu başka bir konu. Asıl dava, ilk Mersin etabında canımın sıkılmamasını sağlayan beklentinin ne yazık ki zayıflamış olması. Yani önümde tatil matil yok. Muhtemelen cehenneme dönüşecek bir "ramazan ayında niyetli devlet kurumu" kıyameti var. Oradaki angarya işleri saymıyorum bile. Ben hadi bunu da es geçip olumlu yönlerden bakıyorum. (Gerçi azımsanacak gibi de değiller.*) Bu kez de sabırsızlıktan ödem çıkaracak hale geliyorum oramda buramda. Yani bir kere çok sıcak buralar. Veterinerin söylediğine göre güneşe allerjim var. (Ki birincisi, bence klor da olabilir; ikincisi, Asiyem'le güneş allerjisinin ne kadar havalı olduğu üstüne konuşmuştuk, buradan onu da iliştireyim.) Güneşi geçtim, uyunmuyor! Annemlerde kaldığımda beni pamuktan bir "döşek"te yatırıyorlar; ki bu tamamıyla anlaşılabilir çünkü beni o kadar seyrek görüyorlar ki, yakında sırtımda valizimle geldiğimde ilk başta çıkaramayabilecek haldeler. Ama benimki de can demek istiyorum! Ablamda kalsam daha beter; katlanan kanepe! Hani şu "Mino", "Reis" ya da onun gibi geri zekalı isimli firmaların ürettiği, böyle amatör pornolarda kızla oğlanın kirlenmesin diye üstüne çarşaf serip güreştikleri, betondan hallice kanepelerden. Neyse ki ablamın evi nispeten serin. Ama her gece de ablamda kalamıyorum; annemler üzülüyor. Annemlerde de sabahtan akşama kadar Avatar'ın (Aklına öncelikle James Cameron'ın son filmi değil de animasyon dizi gelen parlak tüylü mis popolu köpüşlere bin selam!) sezonlarını sil baştan izlemekten helak olmanın eşiğinden dönüyorum. Yanisi şu ki; istediğim kadar ailemle ilgilenemiyorum diye üzüldüğümü düşünüp kendimi kandırayım: aslında basitçe (*) İstanbul'u, Asiyem'i, bizim tayfayı çok özlüyorum. Bu da burayı çekilmez kılıyor. Sabahtan akşama kadar Avatar, Jay Leno, Ellen DeGeneres (Ki lezbiyen olmak üzereyim) ve Alacakaranlık'ın kitabı (Evet, şu Stephenie Meyer'in yazdığı bestseller! Düşünün artık!) etrafında dönen bir hayattan bahsediyorum. Varın siz hesap edin. ("Hesabedin" yazılmıyordu değil mi bu?)
Ne var ki şu yukarda bahsettiğim Mersin-İzmir-Mersin'in İzmir sekmesi o kadar takdire şayandı ki bir yıllık enerjimi orda topladım diyebilirim.
Sürprizlerle dolu bir kuçu kuçu olduğum için beni İzmir'de bekleyen Asiyem'e 22 temmuzda orada olacağımı söyledim ancak hem on birinci ayımızı birlikte geçirmiş olmak; hem de sürpriz yapıp yarimi sevindirmek adına tam anlamıyla yazın çılgınlığını yapıp İzmir'e bir gün önceden gittim! Beni otobüsten indiğimde eski dostum Fırfır karşıladı. (Ki kendisi beni Guitar Hero ve ordan doğru Playstation illetine bulaştıran bir k.lleş köpüştür.) Arabasıyla yuvasına gittik ve heyecanla Tarçın'ı arayıp beni Asiyem'in evine götürmesini istedim. Neyse ki benim romantik sevgilim bu tarz bön sürprizleri bile coşku ve mutlulukla karşılayacak kadar kalenderdi. Ya da o sırada sıkıntıdan patisinde bir jiletle odasında oturup seçenekleri değerlendiriyor olmasından kaynaklı bir sevinç patlaması yaşadı-bilemiyorum.
Kayınvalidem olduğunu bilmeyen kayınvalidem ve kayınpederim olduğunu bilmeyen kayınpederimle biraz zaman geçirip (Ki sözkonusu kayınpederimle bu "az" gerçekten kelime anlamını ciddi ciddi karşılıyor.) gezmeye çıktık.
İzmir'de benim için bir dolu yenilik oldu; hepsini ayrıntılarıyla anlatmayacağım (Şaka yapıyor olmalısın!). En güzellerinden biri artık bir mit olduğuna (Milli istihbarat gibi değil, banelleşmeyin! "Mith"!) inanma safhasını aşıp bunu "bildiğimi" düşünmeye başladığım Goo Goo ile tanışmak oldu. Sonrasında da Jam ve Dani. Şaşırtıcı bir şekilde hepsini birden sevmem ya hepsiyle oturup içmiş olmamdan ya da İzmir'de Asiyem'in yanında huzur manyağı olmamdan kaynaklanmış olabilir bilmiyorum. (Hepsinin gerçekten iyi havhavlar olması ihtimali de var... Evet ya!) Goo Goo şu sıralar işine duyduğu nefreti bütün kainata yansıtmaktan kendini alıkoyamadığı için biraz gergindi. Jam, pozitifler pozitifi, şekerler şekeri bir kuçukuçu olarak yaş mama tadındaydı. Dani de muhabbeti pek keyifli bir köpüş olarak kayıtlara geçti.
Bunun dışında İzmir: Varan-1; şortlu polisler! Varan-2; muhteşem barlar vegece hayatı! Varan-3; komşunuz kadar sızakkanlı insanlar! Öyle ki Asiyem'le şu tespiti yapmıştık: Zamanında felsefenin doğduğu bu topraklarda yaşayan insanlar elbette ki çağlar boyunca insan ilişkilerinde hoşgörüyü taşıyagelmişlerdir. Yalnız tiyatronun katilini bulamadık. Şaşırdık. Tabii ki Varan-4; Çeşme The Cranberries konseri! Hayatımı grubunu da dinledim, artık rahatça ölebilirim! Tamam, konser alanına gidiş yolu bir hayli "Geçen yaz ne yaptığını biliyorum" havasındaydı ama konserde ben başka bir yerdeydim.
Ama İzmir'le ilgili düşüncelerimin değişmesi beni feci sevindirdi. Bulduğum her fırsatta İzmir ve insanları hakkında atıp tutmak epey aptalca hissettirdi. Aynı şeyi Karadeniz'de de tecrübe etmeyi hedefliyorum şimdilerde.
Bir de Karaburun elbette. On kişilik bir kitleyle tatil yapmak bambaşkaymış. muhtemelen havuzdan kaynaklanan kırmızı benekler vücudumu kaplamasaydı daha az şeyi kafama takardım ama alkol, et ve gece gezmeleri her gözümü kapattığımda hayalime geliyor. Ha, sessiz sinema; tabi! Anlatamadığım "C Blok", Tarçın'ın manyak gibi anlattığı "Şirket" ve Kemik'in "Azınlık Raporu" da zirve benim için.
Fakat bunların hepsi bir yana; İzmir hiçbir şeyi başaramamışsa Asiyem'e tekrar aşık olmamı başarmıştır.
Bayık cümlelerle kafa şişirmeme yeminimden dolayı buraya hislerimi tam olarak yazamıyorum. Ama artık biliyorum ki ne "güven" bu güne kadar bu kadar somut hissedildi, ne de Benekli bu kadar sevildi.
Seni seviyorum İngiliz soylu köpüşüm!
15 Mayıs 2010 Cumartesi
1 Nisan 2010 Perşembe
Eleştirmenliğe soyunan köpek...
27 Mart 2010 Cumartesi
27 MART!!!
26 Mart 2010 Cuma
Pişkin çörek
21 Mart 2010 Pazar
Temayül-ü zekerden halas olmaca...
1 Mart 2010 Pazartesi
Yine, yeni, yeniden Karabaş!
27 Şubat 2010 Cumartesi
komik olduğumdan değil, bir b.k bildiğimden değil; dedim ya ben pişkinim...
24 Şubat 2010 Çarşamba
Emekçi balmumu...
Geçenlerde de metrobüs Zincirlikuyu durağında inip Beşiktaş'a; bal tanem Asiye'min yanına giderken bindiğim otobüste, hayatım boyunca karşılaştığım en saçma şeyler listesinde ilk beşe hiç de zorlanmadan girebilecek absürdlükte bir vakayla karşılaştım.
Bir insan alın. Cinsiyetini erkek yapın. Tenini esmerleştirin, top sakal ekleyin. Biraz tipsizleştirin. Fitilli kadifeden lacivert bir pantolon giydirin. Üstüne kırmızı-siyah pötükareli bir oduncu gömleği giydirin. Çapraz devetüyü bir postacı çantası takın.
Bildiğiniz emekçi-devrimci tiplerden oldu mu? Güzel...
Şimdi bir anda saçlarını alakasız biçimde uzatıp "rastalı" yapın. Beyninizde yeterince iğrenç bir manzara oluşmadıysa aynı şeyi Zekeriya Beyaz'a yaptığınızı düşünün.
Öyle bir fiziki mevcudiyet kepazeliği düşünün ki; İsmail Hacıoğlu'nun "Kabadayı" filmindeki eğretilik timsali rastalı hali, bu abimizin kendisine yaptığı şeyin yanında ben diyeyim Robbie Williams, siz deyin Edward Norton kalıyor...
Buradan o rastalı tipe sesleniyorum! Eğer bu blogu okuyorsan (Hı hı, tabi.) şu sözlerim kulağına küpe olsun: Umarım o rastayı bir iddia üstüne yaptırmış ve her yeni günü saçlarının bir kaza sonucu alev alması için dua ederek karşılıyorsundur. Rastanın sana yakıştığını falan söylemeye kalkan yılan sinsiliğindeki arkadaşlarını da hayatından çıkar. Evet, bir hata yapıp kendine bunu yapma kararı almış olabilirsin ancak kainatta hiçkimse saçlarını beğenen erkeklerin dünya üzerindeki rakiplerinden birini daha eleyip kişi başına düşen kız oranında kendi paylarını yükseltme çabasında; saçlarını beğenen kızlarınsa çıtayı düşüre düşüre en nihayetinde seni ağlarına alma gayesinde veya basitçe lezbiyen olduklarını anlayamayacak kadar embesil olamaz.
Berber! Hemen şimdi!
Hav!
21 Şubat 2010 Pazar
Şirinevler istikametinde anti-cinsiyetçi taciz...
Efendim, toplu taşıma araçlarında fortçuluk ve taciz malumunuz. (Sıkıcı olmaya başlamak.) Ne var ki, Şirinevler ve civarı hakkında şöyle bir ayrıntı da varmış ki ben yeni öğrendim; orada yaşayan popülasyon adeta bir Kanada, bir Amsterdam bilinci geliştirmiş durumda. Zira Türk toplumunda sıklıkla genç kız ve iğrenç adamla özdeşleştirilmiş olan taciz geleneği ihtimal ki 2010 kültür başkenti olmaktan mütevellit aşılmış; cinsiyetçilikten sıyrılmış durumda.
Saat akşamüstü dörtte, kalabalıklık oranı aşağı yukarı Pekin'de yılbaşı kutlamalarıyla Yüksekova'da bir Cem Adrian konseri arasında tanımlanabilecek; yani oturacak yer bulamadığınız fakat oksijen miktarının herkes için yeterli olduğu bir otobüste, yanımda duran adamın müthiş bir cesaret örneği sergileyip pantolonumun önüne umarsızca dokunması da başıma geldi. Ben de her taciz mağduru gibi başta yanlış anladığımı sanıp daha sonra adam ses çıkarmadığımı, hatta küçük çapkınlık macerasına dahil olduğumu falan sanıp elinin yanlışlıkla değmediğini kanıtlama çabasına girişince "N'ooluyo ya?" bakışlarıyla badi badi adamın aurasından uzaklaştım ve takip edilmeme dualarıyla otobüsten indim.
Toplumda cinselliği tabulaştırmanın sonuçlarına en güzel örneği verdin tacizci amca; sağolasın. Sevgilisi olan öğrencisini döven din öğretmeninin, erkeklerle konuştu diye kızını öldüren yobazın, eşcinsel çocuğunu vurdurtan homofobiğin ve hamile kaldı diye evlatlıktan reddedilen kızın babasının zamanında arkadaşlarıyla toplaşıp porno izleyerek mastürbasyon yaparken göz ucuyla diğerlerinin mihrabını kontrol ettiğini, beden derslerinden sonra soyunurken "şakadan" birbirini taciz ettiğini, "bacım" dediği komşusunu düşünerek hamamcı olduğunu, iki çocuğu ve karısıyla onay gören mazbut hayatını sürdürdüğü evine internetten düşürdüğü erkekleri aldığını biliyorum.
Kendini ilk ya da son sanana ne yazık.
GRRRRRRRRRRRHAAAVV!!
14 Şubat 2010 Pazar
on dört şub-arf!
10 Şubat 2010 Çarşamba
Bak gene!
28 Ocak 2010 Perşembe
"Schweiz'da böyle yapmıyorsun aaama!"
Kuyruğumuzu sallamadan edemiyoruz. Aylar öncesinden biletleri alınan, haftalarca binbir stresle belgelerinin tamamlanmasına uğraşılan Avrupa gezimiz yarın başlıyor!
Bir tanecik sevgilim daha önceden de söylediğim gibi 20 Kasım'da bana doğumgünü hediyesi olarak uçak bileti almıştı. On yedi şubata kadar içine sırasıyla İsviçre, İtalya, Almanya ve Fransa gezilerini alan, muhtemelen rüya gibi bir tatil geçireceğiz.
Bize elimizin kolumuzun bağlandığı rapor gibi konularda destek veren Dsara, Karabaş, Daisy, Toutou ve Anka'ya bin teşekkür! (Şunu eklemek zorundayım ki raporun muhtemelen bizim Almanya'da olduğumuz bir gün alınması gerekiyor ve Toutou'nun bir tanıdığı vasıtasıyla ayarlayabildiğimiz raporu tam doğum günü olan 8 şubat'ta almayı kabul etme nezaketini gösteren Anka'm; Asiye'mle ben doktorun sıradan bir doktor değil de;
- Hemşire hanım, boynumda ve belimde biraz ağrı var, bu konuda ne yapabiliriz?
- Ah, doktor bey, boyun ve bel ağrıları için iyi bir masajdan daha etkilisi yoktur.
- Keşke burada bana masaj yapabilecek becerikli ellere sahip birisi olsaydı.
- Belki ben size yardımcı olabilirim, üstünüzü çıkarın ve şu rahat sedyeye uzanın lütfen, ben de dikkatim dağılmasın diye kapıyı kilitleyeyim. Çünkü dikkatim dağılırsa biraz sert davranabilirim.
- Evet, bu çok iyi bir fikir.
konseptinde hiç de eğreti durmayacak, toplum ortalamasının üstünde fiziksel çekiciliğe sahip bir doktor olduğunu söyleyince bir süre Çilli ve Karabaş'ın da eşlik ettiği bir "Salya hakimiyeti bozukluğu"nun tesirinde kaldı ve fetiş doktordan rapor almak konusunda müthiş bir motivasyon geliştirdi.)
Sonuçta bütün her şey tamam, yarın yola çıkıyoruz. Mümkün olduğunca oradaki olayları çok da kişiselleştirmemeye gayret ederek buradan sizinle paylaşacağım.
Bekleyin Almancı komünite, biz geliyoruz, "Schweiz'da böyle yapmıyorsun aamaa!"
HAV HAV!!!
27 Ocak 2010 Çarşamba
Histanbul
Bu kadını tanıyor musunuz?
Bu kadın, kapıcısına "Cemşit Bey", temizlikçisine "Mualla" der.
Bu kadın, herkese, aşağılamaya çalıştıklarına dahi "siz" diye hitap eder.
Bu kadın, sigara içiyorsa "Bırakamaz şu mereti", içmiyorsa "İçmez, içene de saygı gösterir" ama sigara içenlerin ağzının "Çok afedersiniz" tuvalet gibi koktuğunu ekleyip "Ağzınıza s.çayım" altmetnini gizliden gizliye sokuşturmadan edemez.
Bu kadın, gereksiz bir agresyonla hakkını savunur. Her alışverişte fişini alır, fatura sırası beklerken araya kaynayan olursa ilk o müdahale eder, toplu taşıma araçlarında yer vermeyen gençlerin gözünün içine baka baka "Gençlik ne hale gelmiş!" diye isim vermeksizin çemkirmekten asla geri durmaz.
Bu kadın, modern medyayı hep takip eder. Onun için her şey "İyidir ama artık bozmuş"tur. Kadın programlarını "asla" izlemez, sinema para tuzağıdır, tiyatroya gitmek lazımdır ama "Aman ne zaman gitsin"dir, TRT eskisi gibi kaliteli yayın yapmamakta, "Baksanıza artık Mustafa Keser'i bile çıkarmakta"dır.
Bu kadın, zamanında solcu, eşitlikçidir ancak g.tünü kurtardığı tarihten itibaren Kürtlerin tamamının aslında terörist olduğundan, hepsinin ülkeyi içten çökertmek için kendisi gibi "Safkan Türk"lere düşmanlık beslediğinden adı gibi emindir, bunu anlayamayanların saflıklarını şaşkınlıkla karşılar.
Bu kadın, orucunu tutar, namazını kılar ama yeri geldiğinde rakısını da içer.
Bu kadın, patronuna, üstlerine, zenginlere, süslülere gösterdiği güleryüz ve samimiyetin acısını esnaf, işçi, hizmet sektörü çalışanı tayfasına insan müsveddesi muamelesi yaparak çıkarır.
Bu kadın, çocuklarına "Siyasete bulaşmayın, sizin tek işiniz var: Okumak, okumak, okumak!" diye öğüt vermeye çalışarak apolitik nesil yetiştirmeye yeminliler ordusunun en ön saflarında bayrak taşır.
Bu kadın, zamanında öğrendiği azıcık yabancı dille altyazılı filmlerdeki repliklerin arasından kulağına aşina gelenleri o ortamdakilere öğretme bilincini asla yitirmez. "Oh may gad" diyen karakter "Bakın, işte burada 'Aman Tanrım!' diyor"dur.
Bu kadın, ölmeden dünyaya bir iz bırakmak amacıyla pek çok yersiz faaliyetin gerçekleşmesine hizmet eden "Zıkkım Hanımlar Derneği", "S.kb.k Ev Hanımları Derneği" gibi binbir kuruluşun içinde yer alıp sabahtan akşama kadar dedikodu yapar, en iyi ihtimalle el işleriyle vaktini ve atılacak malzemelerini değerlendirir. Sosyal duyarlılığı doruktadır ama sokak çocukları söz konusu olduğunda "Bunların hepsi Kürt'tür, bakamayacaklarsa doğurmasınlar, tavşan gibi çoğalmasınlar"dır.
Bu kadın, çocukları daha iki yaşındayken onlara "Ayberk'çiğim, bizi düşmanlardan kim kurtardı?" sorusuna "Atatürk!" yanıtını vermeyi öğretir.
Bu kadın, referansla zincirleme satış yapan kozmetik firmalarının gözbebeğidir.
Bu kadın, içinde bulunduğu her kalabalıkta göze batmak zorundadır, kurşuni ojelerini sürmeye başlayalıberi "dinleme" çipi yandığı için bütün tartışmalardan haklı çıkmanın verdiği özgüvenle karşısındakine işaret parmağını sallaya sallaya haykırma hakkını kendinde bulur.
Bu kadın, hayatını neredeyse bunaldığında onu teselli etsinler, bir yeri ağrıdığında şikayetlerini dinlesinler, keyfi yerindeyken de kendi söylediklerine hak versinler diye yaşar.
Bu kadın, otobüse bindiğinde önünde oturan tesettürlü ya da kara çarşaflı kadınlara duyuracak şekilde "Cumhuriyeti Atatürk kimlere emanet etmiş! Peh peh!" diye serzenişte bulunur.
Bu kadın, "gün" fenomenini ülkemize kazandıran, kısırın gurmesi, çayın eksperi, dedikodunun şahbazıdır.
Bu kadın, önceden bahsettiğim "Laik Teyze"; Asiye'min deyişiyle "Bostanlı Teyzesi"dir.
Hav!
26 Ocak 2010 Salı
İyiymiş!
Bana şu beş yılda binbir çeşit insan gösterdin; zayıflamak için sigara içeninden alkol aldıktan sonra bütün arkadaşlık yargıları yıkılanına, tam gırtlağında açılmış olan devasa deliğe aldırmadan geveze kişiliğinden feragat etmeyen taksicisinden ilkokul gibi defter kontrolü yapan üniversite hocasına, performans gösterisi için İstanbul'a gelip gaz bombaları arasında kalanından evinin kapısından giren bütün erkek canlıları binenaleyh kendi kapısından sokup sonra hepsiyle geçici bir süre sevgili olanına, üniversiteye geldiğinde cemaat evinde kalıp gün be gün gay kraliçeye dönüşeninden devlet okulunda öğretmenlik yaparken küpesini ve piercingini çıkarmadan okula girenine, bar çıkışı evine gittiği kişiyi Taksim parkının yanından geçerken bırakıp hiç tanımadığı biriyle geceyi bitireninden Türkçe'yi doğru düzgün konuşamadan kendine oyun yönetmeni diyenine, mitomaniğinden histrioniğine, kompulsifinden paranoyağına çok insan gördüm, uzata da bilirim, uzatmayacağım.
Yalnız öğleden sonra saat beşte Beşiktaş çarşısında elinde rakı bardağı, içe içe yürüyenini daha önce hiç görmemiştim, ellerin dert görmesin...
HAV!
23 Ocak 2010 Cumartesi
Cenaze helvasına kahkahayla gülmece...
22 Ocak 2010 Cuma
Polly’den ayrılmak
Askerde.
Bütün kireçlenmiş ağaçlara işemeden, koğuşlardaki bütün yatakları parçalamadan ve sakladığın bütün kemikleri dönerken gömdüğün yerden çıkarmadan gelme. Hussy’i de merak etme, benimle.
Yanındayız, bekliyoruz Polly.
Pizza Rat'te Mesihler Konseyi
Geçtiğimiz haftalarda Asiye’m, ben, Anka, Zekiye ve Asiye’min iki arkadaşı Aang ve Kemik toplaşıp İstiklal’deki Pizza Hut’a oturduk.
Maddi açıdan birer holding lideri sayılmayan arkadaşlarım mama olarak “Yiyebildiğin kadar ye!” promosyonunu seçtiler. Ben de o gün artık malum mu oldu, ermenin kıyısından geçtim de fark mı etmedim bilemiyorum; dedim ki, “Şimdiye kadar ben hep buranın, rakipleri olan Little Caesars ve Domino’s’tan daha kötü pizza yaptığına dair bir önyargı geliştirdim fakat hep promosyonlu menülerden istifade ettim; acaba şu kimsenin menüyü eline aldığında doğru düzgün bakmaya bile yeltenmediği o ’pahalı’ pizzalar nasıldır?” Şu an adını anımsayamadığım fakat menüde yazdığı üzere içinde insan ve dinozor etinden başka aşağı yukarı her şeyin olduğu, sanırım “Supreme”li bir isimle anılan pizzadan fakir olduğum için küçük boy bir tane seçtim.
Ne var ki cevval garson, proleter kişiliğine yakıştıramadığım (Evet, garsonun yanında; patronun karşısında bir kişiliğe sahip olmak bir köpekten beklenmeyecek bir tavır olabilir ancak zamanında garsonluk yapmış köpekler kimi zaman içlerinde bir efendim Çegevera, bir Deniz Gezmiş barındırabilirler.) Tekrar aç parantez. (Ben de biliyorum onun ‘Che Guevara’ diye yazıldığını. Kapa parantez.) bir sığlıkla sırf karışık kuruşuk söylendi diye adisyona dıravdan beş tane “Gözün doyana kadar ye!” promosyonu yazdıktan sonra umarsızca çekip gitmiş, kendisinden uzun süre bir daha haber alınamamıştı. Asiye’min canı yemek istemiyordu, o yüzden bizimkilere “Niye beş tane yazdı bu adam?” soruma cevap olarak “Sana da bizimkinden yazdı.” cümlesini duyunca çok içerledim ve içerlediğimde içimdeki “Laik teyze”, Asiye’nin tabiriyle “Bostanlı teyzesi” dışarı çıkabiliyor. Bu terimi daha sonra açıklamaya gayret edeceğim.
Ne var ki daha ben bütün yoldaşlık bilincim ve garsonseverliğimi bir kenara bırakıp; kalkmış kaşlarım ve baygın gözlerimin aşağılayıcılığına eşlik eden çok minik bir el hareketiyle garson’a “Senin dikkatini çekmek için bu kadar uğraşabilirim. Görüp görmemen benim problemim değil!” dercesine “Pardon!” diye seslenmeden; az önce aç olmadığını söyleyen Asiye’min “Tamam, değiştirme siparişi ben yerim ‘Güvercin gibi ye!’ promosyonundan.” demesi üzerine küçük bir şok atlatıp bir yandan karşımda Gargantua gibi önlerine çıkan bütün canlıları çiğnemeden yutarken sevinç içinde kuyruk sallayan dostlarımı izleyip bir yandan Tiflis’e doğru yola çıkmış olma ihtimalini değerlendirdiğim garsonu beklemeye başladım. Hal-i hazırda imece usulü servis yapan mekanlarda bile garsonlar aynı anda cisimlenmiş (Bkz: Harry Potter) gibi ortadan kaybolma alışkanlıklarını gün be gün geliştirirken, Pizza Hut gibi mekanlarda masaların garsonlara pay edilmesi ve bir garsonun başka bir garsonun masasıyla ilgilenmiyor olması prensibi yüzünden hafif bir gerginlik yaşadım. Zira diğer masalar Stuffed Mouse’larını yuvarlarken ve neşe içinde şad olurken, yaş mamaya saldırır gibi tıkınan dostları tarafından önüne kullanılmış peçeteler (Şirket prensibi gereği kişi başı bir tane verilenlerden.) ve boş ketçap-mayonez paketlerinin bırakıldığı esnada, sair garsonların adeta “Yıh yıh, çok isterdim sipariş alıp masanı silmeyi ama benim masamda değilsin. Bekle senin garsonun gelsin. Eee, hayat da böyle değil midir? Doğru kişilerle doğru adımlar.” diyen bakışlarına maruz kalmaktan buhranlar geçiriyordum. (Abartıyorum evet.)
Bir süre sonra garson göründü ve ben arkadaşlarımın “Görmemişçesine ye!” promosyonlu pizza sipariş etmiş olmalarına duacı olarak, insan ve dinozor etsiz pizzamı sipariş ettim. Uyanık köylü zihniyetiyle bardakta servis yapılıp iki euro’ya satılan (Avrupa’ya gideceğim de yakın zamanda söylemesi ayıp, meh meh…) içecekleri ise bir kez daha esefle kınadım. Arkadaşlarımın seçimine duacıydım, çünkü herhangi başka bir promosyon sipariş etmiş olmaları halinde pizzalarını gözümün önünde zıkkımlanıp bitirdikten sonra bir yandan geğirdiklerini saklamaya çalışıp bir yandan da yan gözle bana bakarak “Ne zaman kalkacağız? E hadi sigara içsek.” gibi varoş cümleler kurma ihtimalleri beni ürkütüyordu. Ancak o anki koşullarda paralarını kuruşu kuruşuna karşılamaya yeminli olan dostlarımın bünyelerine dört yıllık karbonhidratı depolamadan o restoranı asla terk etmeyeceklerini gözlerindeki parıltıdan anlıyordum.
Nihayetinde artık gözüme daha yorgun ve tecrübeli görünen, zamanın kırbacını yiye yiye yüzündeki çizgiler artmış, sakalları uzamış ve saçlarında tek tük beyazlar çıkmış halde garsonumuz elinde bir çay tabağı ve üzerinde benim “küçük” pizzam olduğu halde geldi. Teşekkür ettim ve bu firmanın şubelerinde her zaman yaptığım gibi gelen pizzanın üstündeki malzemeleri saydım. Hayır, salam, soğan, sucuk gibi tür açısından değil; tane tane saydım. Adeta norm tablosunu çıkardım pizza malzemelerinin. (Sana da selam olsun, ey istatistik okuyan!)
Neyse ki tattığımda en azından lezzetli olduğunu fark ettim. Zaten fark eder etmez de tabağım boşaldı zira dilimdeki tat hücrelerinin beynime lezzet sinyallerini taşımasıyla pizzanın bitmesi takriben aynı zamana denk gelmişti. Doymadığımı anlayan biricik Asiye’m bütün toplum kurallarını adeta alt üst edip katıksız bir anarşizmle bana “Kıtlıktan çıkmış gibi ye!” promosyonundan iki dilim “çaldı”.
İşte her şey o an oldu…
Hayır be, garson görüp yasak olduğunu falan söylemedi. Ne kadar sığsın!
Yan masalardan bağırtılar, panik çığlıkları falan yükseldi. Ben “Ne oluyoruz ya? Üfff! Allah kahretsin, hani 2012’deydi? Lan daha yeni bir düzene oturtmuşuz hayatımızı bir dur lan!” diye varsayımlarda bulunduğum esnada kulağıma restoranda fare olduğuna dair bir şeyler çalındı.
Çoklarının aksine içimden “E olabilir, normaldir.” diye geçirirken herkesin radyasyona maruz kalmışçasına içlerindeki Uğur Dündar’ın su yüzüne çıkıp gözlerinin adeta bir çakmak, adeta bir mavi gibi parladığını görünce sessizliğimi korumayı yeğledim.
Ne var ki, birileri fare diye vaveylayı kopardığı halde cismani bir fare ortalıkta görülmüyordu. O an birkaç şey dikkatimi çekti. Birincisi, hala benim için bir söylenti olan fareye karşı beslediğim sempati, ikincisi diğerlerinin bu kadar panik yapmasına karşı duyduğum acımayla karışık hoşgörü ve sonuncusu tekrar Tiflis’e doğru sefere çıkmış olduklarından kıllandığım garsonların gizemli yok oluşları.
Birden, onu gördüm. Tanrı’nın işareti olan kutsal fareyi. Aşağı yukarı bir limon büyüklüğünde; adeta bir çipil, bir sevimli gibi bakan gözleri ve pıtırcık pıtırcık koşuşuyla sempati abidesi bir şey. Peki bu fareyi soydaşlarından ayıran neydi? Neden bu kutsaldı da diğerleri b.kla beraber anılıyordu? Yanıtı çok basit… Eğer sıradan bir fareyseniz, yemek için çöplükleri; hatta daha beteri, kanalizasyonu* seçersiniz. Ancak onca zehir ve dezenfektana (Çünkü Pizza Hut’ta haşereler ve küçük kemirgenler için bir önlem muhakkak alınıyordur.) rağmen damak tadını Pizza Hut’taki pizzalarla tatmin edebilen bir fare eğer Rattatouille değilse sadece kutsal olabilir. Çünkü dünyada Sinem Kobal’ın oyunculuk yapması kadar kabul edilemez bir şey daha varsa; o da Pizza Hut’ta bir farenin görülmesidir. O yüzden gördüğüm şeyi içselleştirmem başta çok zor oldu. Belki de bir hayaldi, bir halüsinasyondu? O fare hiç var olmamıştı ve Pizza Hut çalışanlarından biri şu anda sahibinin bir yandan burnunu çekip bir yandan eli kolu titreyerek altı morarmış gözlerini dört açıp fellik fellik aradığı halüsinojeni yanlışlıkla pizza hamuruna karıştırmıştı.
Bunları düşünürken şunu idrak ettim ki bu kadar orada olması imkansız olan bir canlı eğer ki Tanrı’nın işaretiyse; onu görebilmek de herkesin harcı değildi. Birkaç seçilmiş kişi; O’na en yakın bir avuç havariydi bu işareti görenler. Tanrı kullarından seçtiği birkaç aziz ve azizeyi sınamış; onların Pizza Hut’ta bir fare görmelerini sağlamıştı. Birkaçı elbette bu büyük yükü üstlenememiş, zaaflarının kurbanı olmuş, nefsine yenilerek “Ay! Fare var! Fare!” falan gibi efendim böyle alelade bir kulcağızın kuracağı; canlılara karşı yaradan tarafından emredilen sevgiden yoksun, ucuz; bir kutsanana hiç yakışmayan, yadım yadım yadırganası ibareler kullanmışlardı.
O an gülümsedim; başımın çevresinde melekleri, bembeyaz halemi ve O’na yakın olmanın yarattığı sıcaklığı hissettim. Tam “Arkadaşlar sakin olun, yüce babamızın hepimiz için bir planı var.” diye damardan girip oradaki herkesi bir anda durduracak; hatta ihtimal ki pek çoğunun gözlerini yaşartacak, belki sonrasında dizleri üstüne çöküp eteğimi öperek garsonun biraz önce gözleri boncuk boncuk yaşlarla dolarak getirdiği kolayı içmemi izlemelerini sağlayacak altın cümlemi kuracaktım ki; Anka’nın “Aa ben de gördüm! İşte orada!” sözleriyle irkildim.
O Anka ki dudağının kenarından mayonez ve kaşar sarkarken ağzından hamur parçaları fırlaya fırlaya; dişlerinin arasından salam ve zeytinler bize el sallaya sallaya bu cümleyi kurmuştu. Bu haliyle değil Mesihler Konseyimizin bir müdahili olması; Hayrabolu Kanaryaseverler Derneği’ne (HAK-DER) üye olması bile imkansızlar imkansızıydı. Bu durumda benim elimden de gerçekten Pizza Hut’ta bir fare gördüğümüzü kabullenmekten ve Rabb’ime isyan etmekten başka bir şey gelmiyordu.
Yine de bütün canlılara karşı duyduğum sevgi yumağına isyankar Rattaouille’u da dahil etmekten kendimi alıkoyamıyordum. Asiye’m protesto cümleleri arasında tarafımdan kurulan “Ama çok tatlı değil mi?” cümlesine katılmamış olacak ki, “Bebeğim bu ciddi bir konu ama.” diyerek o esnada bir pet shop’ta olmadığımızı bana anımsatıp kendime gelmemi sağladı.
Takriben bir farenin ömrü kadar zaman geçtikten sonra restoran müdürü teşrif ettiler. Tahmin ettiğim yaygara kopması ihtimalinin tam zıttı gerçekleşti, bütün müşteriler net ama sakin bir biçimde bunun ne denli büyük bir skandal olduğunu müdüre ifade ettiler. Aradan duyduğum “Ödemiyoruz!” cümlelerinin beni alıp götürdüğü Dario Fo oyunundan beni çıkaran Aang oldu. O an o da benim gibi silik ve pasifist hissetmiş olacak ki, ben hesap ödemek için aşağı inerken bana eşlik etti. Tam aşağıda kasanın yerini sorduğumda Zekiye üst kattan zebellah gibi inerek “Biz buraya bu akşam hesap ödemeyeceğiz!” dedi. Arkadan çipçiroz müdür gelip başıyla onaylayınca her ezilen ve hak arama özürlü Türk vatandaşı gibi kendimi bileğimin hakkıyla savunmuşçasına en çok sevinen yine ben oldum. Topuşup lokantadan bir daha oraya ayak basmamak üzere çıktık.
Yazının ana fikri: Hakkımızı her zaman savunmalıyız ve İstiklal caddesinden girdiğinizde yolun sağında kalan Pizza Rat’ten bir daha pizza yememeliyiz.
* “Kanalizasyon” demişken aklıma geldi. Okan Bayülgen’in filmi “BENCE” çok iyi ve işlenmesi gereken bir fikrin katlinden ibaret. Bkz: Oyunculuklar, Okan Bayülgen’in rezil performansı, replikler, 2010 yılında şiveyle güldürme çabası, Okan Bayülgen’in rezil performansı. (Bilerek iki kez yazdım.)
GRRHHAV!
9 Ocak 2010 Cumartesi
Baabaa!!
4 Ocak 2010 Pazartesi
Baykal Kent ve çinekoplar...
"Abi ben öyle mezun olur olmaz masa başında oturup, bürokrasiyle cebelleşip, geri zekalı kağıt işleriyle ömür çürütmeye başlayacak adam değilim. Yani ne bileyim; önce hayatı dolu dolu tatmak istiyorum anlatabiliyor muyum? Bak internetten bir sürü iş başvurusu yapıyorum (Yalan! Hepsini Asiye'm yapıyor.) uçakta hostluğa da başvurdum, callcenter'da müşteri temsilciliğine de, kahvecide garsonluğa da; artık bekliyorum; hangisi denk gelirse hayatım o yönde akacak. Hepsini de severek yapacağıma inanıyorum. Abi üç dört ay oldu okuldan çıkışımı alalı; yok mecburi hizmet, yok kamu personeli bik bik bik... Elime paramı alayım, ailem de sıkboğaz etmez artık gayrı; hem bir yandan tiyatro var, o da bir şey... " cümlelerini kurduğum hatıralar sararaktan dört bir yanımı, sabah yedide kalkıp elimde atandığıma dair belgelerle askerlik şubesine doğru yola çıkmamın üstünden iki hafta geçti yaklaşık. Sabah beşte yatıp hava kararmaya yakın uyanan, yarasalığın eşiğinde bir çift olarak Asiye'm elimden tuttu beni, "İki yıl askere çağırmayın" belgemi almaya götürdü. O hikayeleri uzun uzun anlatmanın alemi yok.
Neyse, ben bu belgeyi aldım; görev yerimi aramak üzere İstanbul'un en kendine "İstanbul" demekten imtina etmesi gereken semtine doğru yola çıktım. Takriben iki saat sonra yaklaştığımı hissedip teoride "oraların kurdu" olması gereken minibüs şoförlerine ne yöne gidebileceğimi sordum. Birbirlerine sanki ben demincek Hamdi Bey'in yeni teklifini sunmuşum gibi muhakeme ede ede, enine boyuna tarta tarta, uzuuun uzun baktılar. Bir iki "Şurada, yok şurada..." münakaşasından sonra yön gösteren bütün işaret parmaklarının momentini alıp tahmini bir doğrultuya yöneldim. Neyse ki minibüs şoförleri sağduyu sahibi insanlardı ve bilinçsiz bir şekilde (O sırada araçta olmadıklarından bilinçleri kapalı olacak.) beni sadece otuz metre uzaktaki okuluma yönlendirmek yerine bambaşka bir doğrultudaki münasebetsiz bir hicrete falan sokmadılar. Zira sonradan öğrenecektim ki bu ilçede insanlar kroki oluşturmak, takriben uzaklık tahmini, yön tarifi, gördükleri bir mekanın yerini kafalarında canlandırmak ya da en azından "yazı yazılan sağ, saat takılan sol" anekdotunu otuzlu yaşlarının sonlarında olsalar dahi anımsayabilmek konusunda bir çinekoptan daha becerikli değillerdi.
Neden sonra ilerledim ve karşımda o buram buram çocukluk, buram buram masumiyet, bir ana kucağı, bir kitap defter yumağı olan okulumun; muharebe yıllarından kalma, deprem ihtimaline karşılık "İkamete elverişsizdir" şeklinde bir rapora sahip olması halinde insana "Ohhh, iyi bari; devlet bu belli mi olur, neyse ki ilk kez mantıklı bir rapor yazmışlar." dedirtecek boyutta tipi kaymış, sıvası dökülmüş harabe duvarına asılı tabelasını gördüm. Yemin ederim binanın gerilerine falan da baktım "Belki burası kantindir." falan diye. Ama hayır... Resmen alemin akıllısı ben olduğum için rastgele her okulu yazmış ve yol boyunca yanından geçip yalvarırcasına tabelasında atandığım okulun adını görmeye çabaladığım onlarca "Hugh Jackman" fiziğine sahip okulu atlamış, kala kala bir "Baykal Kent"e kalmıştım. Evet, okulum fiziki yapısı itibariyle tam bir Baykal Kent'ti. Yalnız böyle beğenmediğimi, hor gördüğümü, halimden şikayetçi olduğumu düşünmeyin. Hani mezuniyet partisine ayıp olmasın diye yakın bir arkadaşınızla gitme kararı alırsınız da içten içe "İyi oldu, zaten belki onunla gitmeseydim yalnız gitmek zorunda kalırdım."diye geçirdiğiniz esnada sınıfın en taş hatunu/çocuğunun partiye yalnız geldiğini görüp biraz daha votka içme arzusu duyarsınız ya; işte benim okulum da o promilde bir etki yapıyor.
İçeri girdim. Kapıdaki yaklaşık elli santim boyunda; görev bilinciyle beyni kulağından akmış bir kız öğrenci "Abi adını soyadını yazıp imza atar mısın?" dedi. Henüz sivil olduğumdan öğrencinin bu patavatsızlığını hoş gördüm. "Kiminle görüşeceksiniz?" kısmına "müdür" yazarken hafiften kasıldığımı hissedip sessiz sessiz kendime küfretmeye başladığım esnada nöbetçi öğrencilerin de birbirlerine "Oooo, müdürle görüşecekmiş." "Müdür yardımcısı da değil haaa, müdür!!" diye cıvıldadıklarını duyunca "Kiminle görüşeceksiniz?" kısmına "Müdür!" yazmış olmanın haklı gururuyla "Neresi çocuklar müdür beyin odası?" diye sordum. Aşağıyı gösterdiler. Saplantılı bir biçimde (Bugün dahi) aslında hiçbir şey yapmadığı gerçeğini koridorlardan silmek için durmaksızın okulun en işlek yerlerini paspasla temizleyen hademenin yeni sildiği yerlere ayakkabımın taban alanını en minimum düzeyde kullanarak müdür beyin odasına gittim. Yerinde yoktu. Tekrar yukarı, beyni akan nöbetçinin yanına çıktım. "Müdür yardımcısının odası nerede peki?" diye sordum. Yukarıyı gösterdi.
Müdür yardımcısının odasına girdiğimde çok hüzünlendim. Sanki benim ilkokulumu alıp buraya monte etmişlerdi. Kolsuz (Fakat kendini koltuk olarak tanıtan), yeşil ve bordo, kare biçimli koltuklar yan yana dizilmiş. Demirbaş numaraları falan... Çok acı. Neden sonra acım müdür yardımcısının Nurhan Damcıoğlu kostümü parlaklığındaki cafcaflı takım elbisesinin ışıltısıyla dindi. Kendimi tanıttım. Beni o kadar abartılı bir sevinçle hoş buldu ki; o an hiçbir talebimin karşılanmayacağı, kimsenin beni iplemeyeceği, adeta "tın tın" bir okula atandığımı idrak ettim.
Birkaç belge işini ayarlamaya çalıştığımız esnada bana bir çay söyledi. (Evet, doğru tahmin. Beyaz üstüne kırmızı puantiyeli plastik altlığı olan ince belli cam bardak.) Sonra içeri bıyıklı, yaşı kırklarına yakın ama böyle daha genç gösteren, kelimenin tam anlamıyla "Pipi gösterilen amca" modeli bir öğretmen girdi. O kadar enerjik ve neşeliydi ki adımı öğrendikten hemen sonra anlattığı şu fıkrayı pek az garipsedim:
"Genç bir çocuk eczaneye gitmiş. Viagra istemiş. Eczacı ilacı vermiş fakat gencin bozuk parası olmadığından parayı bozdursun diye karşıdaki çerezciye el işareti yapıp genci oraya yönlendirmiş. Genç, çerezcinin yanına gitmiş. Parayı bozdurmuş, 'Ha bu arada eczacı varsa beş yüz lira rica etti demiş. Çerezci fıkranın gidişatı bozulmasın diye* bu saçmalar saçması teklifi kabul edip eczacıya el sallamış ve parayı vermiş. Genç tekrar eczaneye girip 'Parayı bozdurdum, buyrun. Yalnız çerezci beş yüz lira rica ediyor varsa." demiş. Eczacı da beş yıl okul okumuş bir zeka küpü olarak* nedenini sormadan çıkarıp parayı vermiş. Genç adam çıkıp gitmiş. Sonra çerezciyle eczacı yedikleri kazığı anlamışlar ama bir daha genci görememişler. Daha sonra yaşlı bir adam eczaneye girip Viagra istemiş. Yalnız parasını vermeden "Alıyorum ama acaba işe yarıyor mu eczacı bey?" demiş. Eczacı da bunun üstüne "Valla demin bir genç geldi daha ilacı kullanmadan beni de s..ti; çerezciyi de s..ti." demiş.
Bu şirin fıkranın ardından aslında erimiş olması gereken buzların üstünden kayarak belgelerin en civcivli kısmı olan bürokrasi meselesini halletmeye gittim.
Efendim, günümüzde devlete girip çalışmak için saat 08:30 - 16:30 saatleri arasında şunları yapmak durumundasınız:
Öncelikle kimsenin- ama HİÇKİMSENİN size kesin bir şey söylemediği, böyle helyum balonu gibi havalarda manasızca süzülmenize yol açan yanıtlar aldığınız, üstüne Gaelikçe ile Abazaca arası kozmopolit bir ağızla konuşan görevlilerle muhatap oluyorsunuz ve hayır, bulunduğunuz yer şehirlerarası otobüs terminali değil, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü. Orada saatlerce bekleyip iki parça kağıt alıyorsunuz ve sizi nev-i şahsına münhasır "MAL MÜDÜRLÜĞÜ"ne yolluyorlar. Yalnız öyle kolay kolay da yollamıyorlar. Danışmada duran ve ihtimal ki kafasındaki jölenin de etkisiyle biraz yavaş düşünen genç kamu görevlisi size:"Bak arkadaşım bir daha anlatıyorum: Bu yol yok mu? Bu yoldan düz gideceksin!" diye defalarca anlatıyor ama siz kamu personelice bilmediğinizden "Bu yol" kadar spesifik bir yol tarifini idrak edemiyorsunuz. Sonra "Bu yol" dan düz gidip- ki kastettiği şeyin "Kapıdan şıktığınızda karşı taraftaki okulun bitişiğinden devam edin, ışıklardan yolun karşısına geçtiğinizde elli metre ilerde sağda." anlamına geldiğini yeni anlamış oluyorsunuz; MAL MÜDÜRLÜĞÜ'ne varıyorsunuz. Orada "Siz" diye hitap ettiğiniz, bir dakikaya yedi yüz kelime sığdıran görevliden "Yahu yine mi öğretmen yollamışlar! Arkadaşım okulda göreve başladığına dair belgeyle atanma kararnameni al, mutemete teslim et!" diye azar yiyorsunuz. Bir yandan kafanızdan "'M&M’ acaba 'Mut ve Met'in kısaltması mı?" diye espri yaparken "Pardon göreve başlama kararnamemi nereye vereceğim?" diye sormanın canınıza mal olup olmayacağının muhakemesini yapmaya çalışıyorsunuz. Nihayet konuyu çözüme kavuşturup okula gidiyorsunuz fakat o da ne? Okuldan mutemete teslim edilmek üzere ekstradan iki belgenin daha noter onaylı örneğini istiyorlar. "Bu yakınlarda nerede noter bulabilirim?" sorunuz müdür yardımcısı odasında adeta bir "Chopstick mi? Onu nereden bulacağız?" etkisi yaratıyor. Sonra düşünüp tartıp sizi tekrar şehir merkezine yollamaya karar veriyorlar. Gidip noterde belgeleri onaylatıyorsunuz ve veznedeki kız bir yandan utanmadan size yavşarken bir yandan "Borcunuz otuz sekiz lira." diyor. İki kağıt parçasını alıp Bilmemnerenin Bilmemkaçıncı noteri adına Bilmemkim Bilmemkim'in mazbut poposuna duhul edesiniz geliyor zira fiyatın fahişliğinden öte yanınızda nakit otuz sekiz lira bulundurmayı düşünmemiş olmanız sizin salaklığınız sayıldığından en "yakındaki" size uygun bankayı aramaya başlıyorsunuz. İşte yöre halkının çinekopluğu burada başlıyor. Herkes sizi bir başka yere yönlendirirken daha ziyade genç ve çürümemiş dimağlar arıyorsunuz fakat heyhat! Onların beyni de vajina arzusuyla kavrulmuş. Nihayetinde ha burada, ha yaklaştım diye diye bir buçuk saat yol yürüyüp okulun yakınlarından geçerken aslında görev yerinizin etrafında ne çok noter olduğunu şaşkınlıkla karşılıyorsunuz. Sonra bankaya ulaştığınızda iki adet çok yorgun bacak, bir adet içinizden taşan noter kapanmadan yetişme paniği ve bir adet de çok gelişmiş küfür haznesiyle dolmuşa binip gittiğiniz yolu geri dönüyorsunuz. Noterden iki parça kağıda kırk lira kösülerek çıkıyor ve okula varıyorsunuz fakat işleriniz bitti mi?
Hayır!
Biten tek şey mesai saati.
"Pazartesi halledersin Benekli!"
Sonra pazartesi oluyor ve geberesice mutemet'e belgeleri teslim ediyorsunuz. Okulda mı? Hayır. Şehir merkezinde Hugh Jackman bir okulda. Sonra bir banka bulup yine bir iki saat sıra bekliyor ve maaş kartı başvurusu yapıyorsunuz. Aynı yoldan iki vesaitle okulunuza doğru giderken yolda inip Sosyal Güvenlik Kurumu'nu dört kişiye sorarak buluyor ve sigortanızı üç saatlik bir bekleme süresinin ardından nihayet sorunsuzca hallediyorsunuz.
Hayırlı mesailer...
* Bu kısımları ben doğaçladım.
HAV!