24 Eylül 2010 Cuma

Dibini dövmeyen diziyi döver ;


Hiç sevmiyorum blog'umda güncel olaylara yönelik bir şeyler yazmayı; keza (gerçi daha ağırlıklı nedeni pek ilgilenmemiş ve bilgilenmemiş olmam olsa da) referandum döneminde falan bile iki satır bir şey yazmaktan imtina ettim. Ne var ki şu son iki üç gündür medya sapıtmış durumda.

Konuya geliyorum, şimdi ben televizyon izleme konusunda biraz sorunlu olduğumu düşünüyorum. Yerli dizi izlemiyorum, haberlerden de sıkılıyorum. Fekat işyerimde sabahtan akşama kadar çuvalla (... para diyebilmek isterdim...) zamanım olduğundan bir gazetenin sitesinden haber takip ediyorum. (Doğru tahmin, sosyal paylaşım sitelerine de girilmiyor. Gerçi dün Avatar'ın online oyununu bulup oynamıştım, eğlenceli sitelere girilebiliyor bir noktada... Uzar bu.)
Üç gündür dikkatime çarpan üç haber oldu. Birincisi; Osm.n Sın.v Bey'in "Kı..ç Günü" dizisinde (Ki çok merak etmeme rağmen hiç izlemedim. Merakım azalıyor ama önlenemezcesine.) ilk gördüğümde çok takdir ettiğim "Eşcinsel yatak sahnesi" hakkında yaptığı "Bu sahneleri provoke amaçlı kullanmadık. Böyle bir amacımız olsaydı daha önceden görselleri basına verirdik. Hikâyemizde Firavun'un sarayından bahsediyoruz. Firavun'un sarayında böyle şeyler vardır. Bunlar gerçektir. Karakter tanımlaması yapıyoruz. İyiliği, bütün güzelliğiyle gösterebilmek için karanlığı da bütün çıplaklığıyla göstermek lazım. Yoksa 'iyi' hissedilemez. Sığ kalır. Biz kimsenin cesaret edemediği şeyleri göstermeye çalışıyoruz. Ahlâksızlık propagandası yapmıyor, aksine o tip insanların profilini sergiliyoruz. Bu kişiler ve ahlâksızlıklarını gösterebilmek için ahlak sınırları dışına çıkmadan bir şeyler yapmak zorundayız". yorumu oldu. Be adam! Bir şeyin "ilk"ini yapmışsın. Yaptığınla kal işte! Niye bile bile kötülük yapıyorsun. Kötülük yani bu yaptığın a çipilcan! Sussa bütün eçcinsel tayfa takdir edecek. Yok, durunamıyor ki adam, illa çoğunluğun ağzına çalacak balı!
İkincisi şu meşhuuuuuuuur Tophane baskınları. Çok yönlü bir olay o yüzden ben bu kuçukuçu beynimle derin eleştiriler getirmek istemiyorum, zaten gereksiz de. Yalnız turistler cephesinde çok çirkin oldu olay be! Dayak mayak yani. Bilmeyenler olması ihtimaline karşı konuyu açayım, Tophane'deki iki sanat galerisine bıçaklı, sopalı, öfkeli ve imanlı takriben otuz kişilik bir güruh on beşer dakika arayla baskın yapıyor "Geldiğiniz yere gidin! Siz bizi semtinize almıyorsunuz, biz de sizi semtimizde istemiyoruz!" vb. özsaygı fakiri, kompleks pıtırcığı ve benimsenmiş eziklik send-romu (Hayır, literatürde böyle bir şey yok. Ama sosyal psikoloji doktoramla birlikte alanyazına katacağım. Ya da ben bununla ilgili bir yazı döşeyeyim tez zamanda en iyisi.) dolu nidalarla ve camı çerçeveyi de indirerekten galeridekilere kafa göz dalıyorlar. Galeride yabancı sanatçılar falan da var. Ama baskıncılar o kadar tecrübeli olmasa gerek ki yalnızca beş kişi hastanelik oluyor. Gerekçeleri sokakta içki içilmesi. Başta böyle "İnsanlar rahatsız olmuş, öyle komşuları olsun, mahallenin abdesti kaçsın istememişler." gibi yorumlar medyaya kakalanmaya çalışılmıştıysa da işin rengi sonradan şu şekilde ortaya çıktı ki aslında bayağı bayağı böyle organize, planlı falan bir ahaliymiş saldıran - zira asıl, konu komşu galeridekileri bunların elinden almış. En şiriniyse elbette lacivert ordunun oraya intikal ettikten sonra saldırganları köşeye çekip böyle babacan babacan "Yapmayın, etmeyin." diye teskin etmesi ve buna müteakip saldırıya uğrayanları ifadelerini almak üzere merkeze götürmeleri! Evet evet, işte Sivas '93'ün daha az sayıda ve daha az ünlü telefatıyla sonuçlananı. Ha ama bu burada biter mi, bitmez! Daha bunun linci vaaar, asması vaar, kesmesi vaaar. Hani yani protesto pankart mankart yok, direk hüküm falan verilip kendi eliyle cezalandırıyor ehl-i iman halkımız... Her daim yanlarında olan polis abileri zaten fazla mesai yapıyor, gayrı o gecelik pek yorulmasınlar diye büyük ihtimalle. Hoşgörü dini. Gerçi ne alaka hoşgörü... Garibim Mevlana hiç İslam'a bulaşmasaydı keşke; bu yavşakların da ağzına sakız oluyor. O ayrı konu neyse. Asiye'm der ki: "Kendini bilinçli zanneden cehaletten daha tehlikelisi yoktur." Hoş bu onun lafı mı bilmiyorum ama benim kaynağım kendisi. Eh, artık suyumuz yavaştan ısınıyor gibi. Şeriat gelsin, karın ağrısı bir geçsin, herkes derin bir oh çeksin, bacılarımız çok şükür bir kapansın ;"Ya sev ya terket!"çileri şöyle yanaklarından "Abududbudbudbdubduuuu!" diye sıkıp çok sevdikleri ülkelerini istedikleri coğrafi bölgeden başlayarak dübürlerine duhul etmelerini söyler; kart atmayı da ihmal etmem.

Üçüncü olaysa R..Ü.K.'le alakalı. Kurula 16 - 21 Eylül tarihleri arasında gelen 4272 şikayetin 455'ini, yani %11'ini bu en baştaki Kıç Günü'deki "aynı yatakta iki erkek" sahnesi oluşturuyor. Ha ben sahneden hiç bahsetmedim. Efendim, iki eşcinsel erkekten biri yatakta uzanıyor, beline kadar çarşaf çekilmiş; ikincisi de belinde havluyla yatak odasına giriyor, telefonla konuşuyor, sonra diğer adamın yanına uzanıyor. Yani ekranda değil bir dildo, değil bir pipi, birazcık baldır bile görünmüyor. Ama şikayet edenleri suçlamamakta fayda var, zira sahne hiç de itici değildi, bilakis erotikti. Artık kaç homofobik ekran başında minör ereksiyonlar yaşadıysa "Pipime mi sarılayım, ahizeye mi?" savaşında ikinci seçeneğe yönelmiş ve bu "kabul edilemez" sahneyi şikayet etmeyi uygun görmüş. Ha, şikayet eden hanımlar; evet, kocalarınız sizi % 90 ihtimalle başka kadınlarla, % 70 ihtimalle hem başka kadınlar hem de başka erkeklerle, % 50 ihtimalle başka erkeklerle ve % 80 ihtimalle de yiğeniniz ya da komşunun küçük oğluyla aldatıyor. Eh, evlendiğinize yanın!
GRRRRRROOOOWWW!!!


8 Ağustos 2010 Pazar

İzmir, Karaburun ve hayatımın en güzel tatili (Şekil 1-A)



HAV!

Ne tatildi ey köpüşler tanrısı Ares! Ağustosun ortasında di'li geçmiş zaman kullanmak benim de canımı yaksa da 657. koğuşta vaziyyet bu şekilde iştigal ediyor. Tatilimin son 20 gününün on gününü daha annem babam ve ablamla memleketimde (Evet, köken olarak Yugoslavyalı olabilirim ama kütüğüm Akdeniz vilayetlerinde!) geçirmek zorunda kalmaktan şikayetçi olmam beni başta bayağı rahatsız etti; işin aslı ailemle daha yakın olmak, onların hislerine tercüman olmak, ne bileyim; Çocuklar Duymasın'ın yeni versiyonunu (Önceden söylemişliğim var, tekrar söylüyorum:: Aferin Bir.l G.ven; iyi b.k yedin!) ağız dolusu kahkahalarla, dizlerimi döve döve izleyerek onlara eşlik etmek gibi planlarım olmuştuysa da bunları hayata geçirmeye yeltenmek bile bünyemin alabileceğinden fazlasını oluşturuyor. (Bünyamin değil.)

Biraz toparlayayım. Tatilim şu şekilde cereyan etti: İstanbul-Mersin-İzmir-Mersin. İstanbul'dan Mersin'e ilk gelişimde sorun yoktu, beni bekleyen uzun bir tatil ve dahası İzmir vardı önümde. Asiye'm İzmir'de beni bekliyordu ve bu gidişimle alakalı beklentilerimin tamamen gerçekleşmesi bir bakıma gerçeküstüydü. Bu başka bir konu. Asıl dava, ilk Mersin etabında canımın sıkılmamasını sağlayan beklentinin ne yazık ki zayıflamış olması. Yani önümde tatil matil yok. Muhtemelen cehenneme dönüşecek bir "ramazan ayında niyetli devlet kurumu" kıyameti var. Oradaki angarya işleri saymıyorum bile. Ben hadi bunu da es geçip olumlu yönlerden bakıyorum. (Gerçi azımsanacak gibi de değiller.*) Bu kez de sabırsızlıktan ödem çıkaracak hale geliyorum oramda buramda. Yani bir kere çok sıcak buralar. Veterinerin söylediğine göre güneşe allerjim var. (Ki birincisi, bence klor da olabilir; ikincisi, Asiyem'le güneş allerjisinin ne kadar havalı olduğu üstüne konuşmuştuk, buradan onu da iliştireyim.) Güneşi geçtim, uyunmuyor! Annemlerde kaldığımda beni pamuktan bir "döşek"te yatırıyorlar; ki bu tamamıyla anlaşılabilir çünkü beni o kadar seyrek görüyorlar ki, yakında sırtımda valizimle geldiğimde ilk başta çıkaramayabilecek haldeler. Ama benimki de can demek istiyorum! Ablamda kalsam daha beter; katlanan kanepe! Hani şu "Mino", "Reis" ya da onun gibi geri zekalı isimli firmaların ürettiği, böyle amatör pornolarda kızla oğlanın kirlenmesin diye üstüne çarşaf serip güreştikleri, betondan hallice kanepelerden. Neyse ki ablamın evi nispeten serin. Ama her gece de ablamda kalamıyorum; annemler üzülüyor. Annemlerde de sabahtan akşama kadar Avatar'ın (Aklına öncelikle James Cameron'ın son filmi değil de animasyon dizi gelen parlak tüylü mis popolu köpüşlere bin selam!) sezonlarını sil baştan izlemekten helak olmanın eşiğinden dönüyorum. Yanisi şu ki; istediğim kadar ailemle ilgilenemiyorum diye üzüldüğümü düşünüp kendimi kandırayım: aslında basitçe (*) İstanbul'u, Asiyem'i, bizim tayfayı çok özlüyorum. Bu da burayı çekilmez kılıyor. Sabahtan akşama kadar Avatar, Jay Leno, Ellen DeGeneres (Ki lezbiyen olmak üzereyim) ve Alacakaranlık'ın kitabı (Evet, şu Stephenie Meyer'in yazdığı bestseller! Düşünün artık!) etrafında dönen bir hayattan bahsediyorum. Varın siz hesap edin. ("Hesabedin" yazılmıyordu değil mi bu?)

Ne var ki şu yukarda bahsettiğim Mersin-İzmir-Mersin'in İzmir sekmesi o kadar takdire şayandı ki bir yıllık enerjimi orda topladım diyebilirim.

Sürprizlerle dolu bir kuçu kuçu olduğum için beni İzmir'de bekleyen Asiyem'e 22 temmuzda orada olacağımı söyledim ancak hem on birinci ayımızı birlikte geçirmiş olmak; hem de sürpriz yapıp yarimi sevindirmek adına tam anlamıyla yazın çılgınlığını yapıp İzmir'e bir gün önceden gittim! Beni otobüsten indiğimde eski dostum Fırfır karşıladı. (Ki kendisi beni Guitar Hero ve ordan doğru Playstation illetine bulaştıran bir k.lleş köpüştür.) Arabasıyla yuvasına gittik ve heyecanla Tarçın'ı arayıp beni Asiyem'in evine götürmesini istedim. Neyse ki benim romantik sevgilim bu tarz bön sürprizleri bile coşku ve mutlulukla karşılayacak kadar kalenderdi. Ya da o sırada sıkıntıdan patisinde bir jiletle odasında oturup seçenekleri değerlendiriyor olmasından kaynaklı bir sevinç patlaması yaşadı-bilemiyorum.

Kayınvalidem olduğunu bilmeyen kayınvalidem ve kayınpederim olduğunu bilmeyen kayınpederimle biraz zaman geçirip (Ki sözkonusu kayınpederimle bu "az" gerçekten kelime anlamını ciddi ciddi karşılıyor.) gezmeye çıktık.

İzmir'de benim için bir dolu yenilik oldu; hepsini ayrıntılarıyla anlatmayacağım (Şaka yapıyor olmalısın!). En güzellerinden biri artık bir mit olduğuna (Milli istihbarat gibi değil, banelleşmeyin! "Mith"!) inanma safhasını aşıp bunu "bildiğimi" düşünmeye başladığım Goo Goo ile tanışmak oldu. Sonrasında da Jam ve Dani. Şaşırtıcı bir şekilde hepsini birden sevmem ya hepsiyle oturup içmiş olmamdan ya da İzmir'de Asiyem'in yanında huzur manyağı olmamdan kaynaklanmış olabilir bilmiyorum. (Hepsinin gerçekten iyi havhavlar olması ihtimali de var... Evet ya!) Goo Goo şu sıralar işine duyduğu nefreti bütün kainata yansıtmaktan kendini alıkoyamadığı için biraz gergindi. Jam, pozitifler pozitifi, şekerler şekeri bir kuçukuçu olarak yaş mama tadındaydı. Dani de muhabbeti pek keyifli bir köpüş olarak kayıtlara geçti.

Bunun dışında İzmir: Varan-1; şortlu polisler! Varan-2; muhteşem barlar vegece hayatı! Varan-3; komşunuz kadar sızakkanlı insanlar! Öyle ki Asiyem'le şu tespiti yapmıştık: Zamanında felsefenin doğduğu bu topraklarda yaşayan insanlar elbette ki çağlar boyunca insan ilişkilerinde hoşgörüyü taşıyagelmişlerdir. Yalnız tiyatronun katilini bulamadık. Şaşırdık. Tabii ki Varan-4; Çeşme The Cranberries konseri! Hayatımı grubunu da dinledim, artık rahatça ölebilirim! Tamam, konser alanına gidiş yolu bir hayli "Geçen yaz ne yaptığını biliyorum" havasındaydı ama konserde ben başka bir yerdeydim.

Ama İzmir'le ilgili düşüncelerimin değişmesi beni feci sevindirdi. Bulduğum her fırsatta İzmir ve insanları hakkında atıp tutmak epey aptalca hissettirdi. Aynı şeyi Karadeniz'de de tecrübe etmeyi hedefliyorum şimdilerde.

Bir de Karaburun elbette. On kişilik bir kitleyle tatil yapmak bambaşkaymış. muhtemelen havuzdan kaynaklanan kırmızı benekler vücudumu kaplamasaydı daha az şeyi kafama takardım ama alkol, et ve gece gezmeleri her gözümü kapattığımda hayalime geliyor. Ha, sessiz sinema; tabi! Anlatamadığım "C Blok", Tarçın'ın manyak gibi anlattığı "Şirket" ve Kemik'in "Azınlık Raporu" da zirve benim için.

Fakat bunların hepsi bir yana; İzmir hiçbir şeyi başaramamışsa Asiyem'e tekrar aşık olmamı başarmıştır.

Bayık cümlelerle kafa şişirmeme yeminimden dolayı buraya hislerimi tam olarak yazamıyorum. Ama artık biliyorum ki ne "güven" bu güne kadar bu kadar somut hissedildi, ne de Benekli bu kadar sevildi.

Seni seviyorum İngiliz soylu köpüşüm!

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Mumları üfle köpüşüm...


İyi ki doğdun Asiye'm... Yaş mamam, dış parazit aşım, gömülü kemiğim... Seni kokluyorum...

1 Nisan 2010 Perşembe

Eleştirmenliğe soyunan köpek...

Biraz önce geçen ayki maaşımın ciddi bir yüzdesini CD ve DVD'lere hibe ettiğim gerçeğiyle yüzleştim ve bunu konu etmek istedim.

Pek çok film aldım, film mevzusuna girmeye hiç gerek yok. Yalnız sırasıyla Şebnem Ferah, Hayko Cepkin, Gripin, Feridun Düzağaç ve Emre Aydın ÇAAT diye hep birden albüm çıkarma kararı alınca cidden belimi çok büktü, kendilerinden bahsetmeden edemedim.
Şebnem Ferah'ın albümünü (Benim Adım Orman) ne zaman aldığımı tam anımsayamıyorum zira bütün albümü ezberlemiş olduğum gerçeğini göz önünde bulundurursak bayağı olmuş. Bilindik Şebnem aslında. Bana biraz daha yumuşak gibi geldi ama eminim ki canlı performanslarda (Eğer yine sahneye zom olmuş vaziyette çıkıp bütün şarkıları seyirciye söyletmeyi seçmezse) bu albümün şarkılarının diğerlerine nazaran çok daha vurucu ve coşumcu olacağından eminim. Ayrıca "Serapmış" için elini eteğini öpmek istiyorum kendisinin.
Hayko Cepkin her zamanki gibi dağıttı beni yine. Kendini aştıkça aşıyor, gözü kapalı aldığım için en ufak bir pişmanlık duymuyorum kendisinin albümünü (Sandık). Yalnız insanın hevesini biraz kursağında bıraktığı da bir gerçek. Şöyle ki, tam albüme ısınıp hazzını almaya başlıyorsunuz ki, bitiyor. sanki birkaç şarkı daha olsa daha bir doygun çıkaracağız kulaklıklarımızı. Hayko da sağolsun "Sahibi yok" la ağzıma s.çtı; beni benden aldı. "Benden ayrı bir ben yandı".

Gripin çok pişmiş gibi geldi bana bu albümde (M.S. 05.03.2010), biraz eski albümü aratıyor ilk etapta ama böyle şeyleri zaman gösteriyor genelde.
Nihayetinde "Zamana bırakma bizi" ya da "Böyle kahpedir dünya" cevvalliğinde şarkılar yazmak her zaman mümkün olamıyor. Yalnız ayrılan basçılarının yokluğu inceden hissediliyor. Ne olursa olsun söz yazmadaki fark yine konmuş, aldatan ve terk eden adamın günah çıkarması yine dile gelmiş, çok güzel olmuş. "Gidenin dostu olmaz" yüze tokat gibi inmekte.

Feridun Düzağaç'ın albümüne (F-7) biraz daha zaman vermem gerektiği kanısındayım. İlk birkaç dinlemede önceki muhteşem şaheserleri "Bir Devam Filmi - Siyah Beyaz Türkçe Dublaj" ve onu mütakip "Uykusuza Masallar"da aldığım zevkin onda birini alabilmiş değilim henüz ama dediğim gibi bir bildiği vardır Feridun Düzağaç'ın diyorum. Öte yandan bu albüme kadar benim için Türkiye'nin en iyi söz yazarı ve en kaliteli albüm ismi koyan sanatçısı olarak gördüğüm, şair söz yazma konusunda yine laf söyletmiyor ama albüm ismi kısmı çok lüzumsuz geldi bana. Bir de depresif kalıbından sıyrılma çabası gördüm-kapak fotoğraflarında gülümsemeler falan- yersiz buldum.
Emre Aydın'ın son albümünü (Kağıt Evler) tam şu anda ilk kez dinliyorum ve yine başardığını görüyorum. Ne çare ki muhtemelen bir önceki albüm gibi çok yakın gelecekte tamamını ezberleyip sıkılacağız. Emre Aydın nedense çok akılda kalıcı şarkılar yapıyor ama buna rağmen yüzyıllarca ilk albümünün ekmeğini yiyip sonra nihayet yeni bir albüm çıkarma gerekçesini anlayamadım. Eğer satış kaygısı varsa daha sık üretmemeli mi? Belki de çok sevip çabuk ezberleyip çabuk soğuduğumdan daha çok Emre Aydın istiyorumdur hayatımda. Bu arada şunu da eklemek zorundayım ki Emre Aydın'ın git Gide Dolores O'Riordan'a benzediği gerçeği beni an be an korkutuyor. Yine de yaşasın, iyi bir albümle karşımızda.

Çok yaşa yerli rock...

(Yabancılara bilahare dalarım, yerlilere de daha fazla eğilmeyeyim, byte'ım yetmez.)

Hev!

27 Mart 2010 Cumartesi

27 MART!!!


Cümle alemin dünya tiyatrolar günü kutlu olsun. Şarap hem neşe hem tasa versin, Dionysos'a şükranlar sunulsun.
Dev ekranlar binyılların etine kemiğine karşı savaşını sürdüredursun, pikselle ten bir olur mu?

26 Mart 2010 Cuma

Pişkin çörek


Geçtiğimiz haftayı özetliyorum:
Pazartesi: OKUL
Salı: RAPOR (Üst solunum yolları enfeksiyonu.)
Çarşamba: RAPOR (Üst solunum yolları enfeksiyonu.)
Perşembe: OKUL
Cuma: RAPOR (İdrar yolları iltihabı ve böbrek taşı!)
Yani şöyle ki normalde olması gereken böyle evvelsinde semptomların gözlenmesi, hafiften başlamasıyken bendeniz bir sabah uyanıyorum, farenjitim; iki gün sonra sabah dörtte sancılar içinde gözlerimi açıyorum, böbreeem taşlanmış! E bu kadar ıstırabın üstüne de üstteki fotoğrafı çekmem farz oldu. Tanıştırayım, bir haftadır kommensalist yaşadığım ilaç kardeşlerim. (Küçük oldu biraz, evet.)
Bu arada hastalığın iyisi kötüsü olmaz ama eğer birisi (Ama muhtemelen bayağı bayağı kayışı koparmış, böyle gözü bir deli deli bakan birisi) karşınıza çıkar da "Senin hastalanmana karar verdik, seç birini!" diyecek olursa, aklınız varsa böyle bol öksürüklü, hapşırıklı, ateşli, halsizlikli bir şey seçin. Bugüne kadar edindiğim tecrübelerime dayanarak söylüyorum ki böbrek taşı, diş çürümesi gibi hastalıkların en keskin özelliği sizi her daim ayık tutması. Derler ki, "Böbrek Taşı, organizmada on espresso gücündedir!" Tıpkı ertesi sabahında erken kalkmanız gereken bir akşama çöreklenen pişkin, kayış suratlı, utanmaz arlanmaz bir misafir gibidir. Gözlerinizin ağırlaşmaya başladığını fark ettiğinde makul homo-sapiensler gibi üstünüze bir şey örtüp kısık sesle televizyon izlemek, internette takılmak ya da bilgisayarda freecell oynamak gibi alternatiflerin hepsini bir paçavra gibi kenara atıp şanslıysanız parmağıyla, gerçekten talihsizseniz ayağının tozlanmış tabanıyla sizi dürtüp "Abi ne tavuk çıktın ya, iki kelam edelim dedik." lakayıtlığını gösterebilen tanıdıklar gibidir. Hatta onlardan da beterdir. Uykunuzun en olmadık yerinde size "BÖÖÖAAAHHH!!!" yapıp "NIHAHAHAAOAHAOAHAOHA!" diye güler. O güldükçe siz ağlarsınız çünkü pek çok rahatsızlığın aksine ne diş çürüğü ne de böbrek taşında acıyı azaltabileceğiniz bir pozisyon yoktur. İki şansınız vardır. Kaba etinize şöyle kallavi bir Novalgin vurdurtmak ya da meditasyon. Ben birincisini seçtim. Spiritüel yanıma o sancıyla pek güvenemedim.
Gerçi ben pek ehil sayılmam. Böbrek taşı konusunda başlangıç seviyesindeyim. Umarım daha üst kurlara çıkmak zorunda kalmam zira sağlık güvencem olmasına rağmen üstte gördüğünüz yedizlere (yezid de olurmuş aslında) elli lira kösüldüm. Paradan da öte, taş dökenlerin hikayeleri var ki dinlemeye doyum olmuyor. Kadınlar bile ne çok acı çektiğini ifade derken erkeklerde idrarın doğayla buluşması için katetmesi gereken yolun uzunluğuı göz önünde bulundurulunca insanın yolu kısaltmak için alternatifler üretesi geliyor.
Bir de gene tuhaf bir şey oldu. Sabah beşte Asiye'm artık benim çığlıklarımı bastırmaya çalışmama dayanamayıp Taksim İlkyardım'ın aciline götürdü. Acildeki gayet ilgili doktora belimde ağrıyan yeri gösterdim ve aynı ağrının sağ testisime de vurduğunu söyledim. İdrar tahlili, kan tahlili ve röntgenden sonra muayene etmek için beni kabinimsi şeylerden birine soktu ve testisimde şişkinlik olup olmadığını sordu. Ben de bir farklılık olmadığını söyledim. "Yine de bakalım." dedi. Ben de ne tebabet ne umumiyette utanmanın yersizliğine olan inancımla soyundum. Fakat muayene falan etmedi. Böyle hafifçe dokundu falan. Sonra sırtüstü uzanmamı istedi. Karnımı muayene etti ve yanına yolluk alır gibi son bir kez daha amaçsızca, yumuşak bir parmak hareketiyle dokundu. O sırada aklıma hemen dışarda bütün yarım kalmış uykusu ve özverisiyle yarenim Asiye geldi. Doktorun dokunup muayene "etmeme" seansı bitince giyindim ve çıktım.
Ellendiğimle kaldım...
Sağlık her şeyin başı.
HAVVHŞU!

21 Mart 2010 Pazar

Temayül-ü zekerden halas olmaca...


Bu fotoğrafı yaklaşık bir hafta önce facebook'ta profil fotoğrafı yapmıştım, bir arkadaşımın albümünde görüp; altına da şu yorumu yazmıştım: "Kendini tanıyan Türk insanı. Biz zaten bakmıyorduk, sen niye tuvalet fantezisi yaptın ki şimdi durduk yere? Bak bak, adamın aklından çıkamamış başkalarının avret yerini görme fikri de yazı asmak zorunda kalmış... Bu yazının çıktısını aldığın bilgisayarda ne izledin bakayım?"
Derken bugün taze dostum Ozzy beni aşağıda linkini verdiğim internet sitesiyle tanıştırdı; daha bir şevklendim.
Sitede eşcinselliğin bir hastalık olmadığı, yalnızca içinize şeytan ya da cin kaçınca ortaya çıkan ruhsal bir problem olduğu ifade ediliyor ve bunun tedavisi olarak yedi gün boyunca abdest aldıktan sonra içine üfleyip içtiğiniz suyun üstüne uzunca bir dua okunarak arınmak gösteriliyor.
Ayrıca %100 garantili sonuç verdiği de ekleniyor. Daha fazlasını ben anlatmayayım; cahil k.dilerin g.tlerinden uydurdukları bu nadide teorileri siz inceleyin. Bir de bakın bakayım oradaki makaleleri yazan Türkçe dilbilgisi fakiri vatandaş eşcinsel olmadan nasıl oluyor da bu kadar ayrıntılı bilgi verebiliyor? Ben anlayamadım, anlayan bir zahmet kuyruğumun altını koklayıversin...
GRRRRR!!!!!!!!!!

1 Mart 2010 Pazartesi

Yine, yeni, yeniden Karabaş!


Muhtemelen çetemizdeki en pervasız, en dalgacı kuçu kuçu olan Karabaş; artık eski işinden ayrılıp özel bir işyerinde öğretmenlik yapmaya başladı.


Çalıştığı yerdeki öğrenciler, her türevde gerek yaş gerek kuru köpek mamasının şeceresini çıkarmış ve yerleri kokladığında kendisine tanıdık gelmeyen tek bir çiş kalıntısına dahi rastlayamayacak sosyallikte bir öğretmene sahip olduklarını bilseler ne bahtiyar olurlardı!


Ne var ki zaten sevgili Karabaş bu mazbut, saygın ve terbiyeli maskesini çok da uzun süre kullanabilecek gibi gelmedi bana. Şuradan hareketle söylüyorum:


Saygıdeğer okurlar, öyle bir öğretmen düşünün ki çalıştığı yerdeki ilk dersine girmek üzere sınıfa giriyor; öğrenciler yok! "YOK" ama... Sonra bu şirin köpecik bütün normal köpeklerin yapacağı üzere eşyalarını toplayıp dershaneden ayrıl-MIYOR; artık beyninin hangi kısmı bunu yapmak üzere onu etkilediyse tahta kalemini alıp tahtaya "KARABAŞ HOCA İLK DERSİNE GİRDİ, G.T OLDU" yazma ihtiyacı hissediyor. Fakat konu bu değil, tahta kaleminin silinmemesi. Tahta silgisi, ıslak mendil, ıslatılmış peçete, sabunlanmış peçete ve g.t tutuşması biraderlerin ortak çalışması sonucunda nihayet silinen yazının anısının izleri, kendisinin aksine yıllarca yüreğimizden ve dillerimizden silinmeyip baki kalacak.


Bravo Karabaş, bravo; bir dahaki sefere şikayetini bildirmek için onlarca yöntem arasından sınıftaki yazı tahtasını doldurmayı seçecek olursan, isminin yanına bir küfür yazmamaya dikkat et.


Hev!

27 Şubat 2010 Cumartesi

komik olduğumdan değil, bir b.k bildiğimden değil; dedim ya ben pişkinim...



Evet, bir anda protest kişiliğim devreye girdi. Ben artık ben yaptım olducu, bananeci ve bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı zihniyetimden sıyrılıp kendimi aktivist güruhun sımsıcak kucağına salıverdim.


Kontör fiyatlarının sapıtmasıyla eşzamanlı olarak artık 657'ye tabii bir memur olduğum gerçeğinin beni sürüklediği "zıkkım kamu hattı"na geçme ihtirasımdan son anda caydım. Her ay kontöre yüz kutu yaş mama parası saçmak uğruna sadece ama sadece reklam stratejilerinden duyduğum rahatsızlıktan mütevellit hattımı değiştirmeyip Aslı ve Emre'nin maceralarını takip etmeye devam edeceğim.


İnceden antipatik ve kibirli olsa da saygıyı her katresiyle (Ne "katre"si be! İyice sapıttım!) saygıyı hak eden Uykusuz yazarı Vedat Özdemiroğlu'nun da geçen hafta köşesinde benimle aynı fikirleri paylaştığını görünce de daha bir böyle onore oldum. Kendisi "Garabet mizahtan tiksindiğim için hattımı değiştirdim." yazmış. (Mizah dergisi demişken, "Penguen" okuyanınız varsa Kaan Sezyum'un yazılarına özellikle dikkat etmenizi rica ediyorum. Evet, ben de aklıma gelen her cümleyi böyle çok ilginçmiş edasıyla kurup araya saçma sapan, zoraki marjinal kelimeler serpiştireyim; Penguen bana da para versin! Artık dergicek anket mi yaparlar ne yaparlar, bir baksınlar dergi okurlarından bu ilginçler ilginci kişiliği kimler bilhassa okumayı tercih ediyor? Bunlar mizah dergisi yazısıysa Umut Sarıkaya çağımızın Aristophanes'i falan oluyor o zaman. )


Keşke herkesin beyni akla gelen ilk espriyi yapan, şişman tiplemenin adını "Tosun" koyan, ucuz bir tavuk esprisini binlerce farklı versiyonda kullanma çabasına girişen reklamlarla tüketiciye hitap etmekten hiçbir şekilde hicap duymayan; ya da rakip firma diye piyasaya "Bir başka angut tiplemesi" formatında halka geri zekalı esprilerle ve ülkenin en üçüncü sınıf komedyeniyle ulaşmaya çalışan marka politikalarını protesto etmenin aslında ne kadar yerinde ve gerekli olduğunu idrak etmeye yetse de, biz de halkın büyük çoğunluğunu oluşturup sinema salonlarını tıklım tıkış doldurarak Recep'in patlayasıca göbeğini doyurmaya hizmet eden tutuk zekalı çoğunluğa müdahil; kurunun yanında yaşın da yanması misali; bu pişkin şirketlerin (Ki içlerinden birinin zamanında sömüre sömüre, herkesin gözü önünde çocuk istismarıyla canım ülkemin geri zekalı, eğitimsiz ve nöron fakiri kesiminin sempatisini kazanmışlığı da vardır.) yaptığı "Türk halkı embesildir." muamelesine maruz kalmasaydık. Olmadı.


Hev...

24 Şubat 2010 Çarşamba

Emekçi balmumu...




Bu aralar Türkiye'de Recep İvedik'in en çok izlenen film olmasından daha şaşırtıcı olmayan bir biçimde hayatımda olup bitenler otobüs-metrobüs-vapur seyahatlerinde şahit olduğum yurdum insanı profillerinden ibaret.

Geçenlerde de metrobüs Zincirlikuyu durağında inip Beşiktaş'a; bal tanem Asiye'min yanına giderken bindiğim otobüste, hayatım boyunca karşılaştığım en saçma şeyler listesinde ilk beşe hiç de zorlanmadan girebilecek absürdlükte bir vakayla karşılaştım.

Bir insan alın. Cinsiyetini erkek yapın. Tenini esmerleştirin, top sakal ekleyin. Biraz tipsizleştirin. Fitilli kadifeden lacivert bir pantolon giydirin. Üstüne kırmızı-siyah pötükareli bir oduncu gömleği giydirin. Çapraz devetüyü bir postacı çantası takın.

Bildiğiniz emekçi-devrimci tiplerden oldu mu? Güzel...

Şimdi bir anda saçlarını alakasız biçimde uzatıp "rastalı" yapın. Beyninizde yeterince iğrenç bir manzara oluşmadıysa aynı şeyi Zekeriya Beyaz'a yaptığınızı düşünün.

Öyle bir fiziki mevcudiyet kepazeliği düşünün ki; İsmail Hacıoğlu'nun "Kabadayı" filmindeki eğretilik timsali rastalı hali, bu abimizin kendisine yaptığı şeyin yanında ben diyeyim Robbie Williams, siz deyin Edward Norton kalıyor...

Buradan o rastalı tipe sesleniyorum! Eğer bu blogu okuyorsan (Hı hı, tabi.) şu sözlerim kulağına küpe olsun: Umarım o rastayı bir iddia üstüne yaptırmış ve her yeni günü saçlarının bir kaza sonucu alev alması için dua ederek karşılıyorsundur. Rastanın sana yakıştığını falan söylemeye kalkan yılan sinsiliğindeki arkadaşlarını da hayatından çıkar. Evet, bir hata yapıp kendine bunu yapma kararı almış olabilirsin ancak kainatta hiçkimse saçlarını beğenen erkeklerin dünya üzerindeki rakiplerinden birini daha eleyip kişi başına düşen kız oranında kendi paylarını yükseltme çabasında; saçlarını beğenen kızlarınsa çıtayı düşüre düşüre en nihayetinde seni ağlarına alma gayesinde veya basitçe lezbiyen olduklarını anlayamayacak kadar embesil olamaz.

Berber! Hemen şimdi!

Hav!

21 Şubat 2010 Pazar

Şirinevler istikametinde anti-cinsiyetçi taciz...


İki gün önce işten eve dönerken her gün bindiğim otobüse yine binmiş, sevgi pıtırcığı yuvama dönüş yaparken otobüsün orta boşluğunda bir yandan kollarını demire dayayıp pencereden dışarıyı seyrederken bir yandan mum kokulu Hande Ataizi modunda kaba etini geriye geriye seğirterekten kendi çapında bir Jennifer Lopez klibi çeken, çok dar kotlu, favorileri kaş hizasında ve tahminen otuzlarının sonunda çırpınan, ihtimal ki varoşluk yüzdesi hayatının hiçbir periyodunda 80'in altına inmemiş histrionik eşcinsel tiplemesini gördükten sonra aynı otobüs hattında daha önceden tanık olduğum bir hadise beynimde yeniden peydah oluverdi ve burada hak ettiği yeri bulmasını istedim.

Efendim, toplu taşıma araçlarında fortçuluk ve taciz malumunuz. (Sıkıcı olmaya başlamak.) Ne var ki, Şirinevler ve civarı hakkında şöyle bir ayrıntı da varmış ki ben yeni öğrendim; orada yaşayan popülasyon adeta bir Kanada, bir Amsterdam bilinci geliştirmiş durumda. Zira Türk toplumunda sıklıkla genç kız ve iğrenç adamla özdeşleştirilmiş olan taciz geleneği ihtimal ki 2010 kültür başkenti olmaktan mütevellit aşılmış; cinsiyetçilikten sıyrılmış durumda.

Saat akşamüstü dörtte, kalabalıklık oranı aşağı yukarı Pekin'de yılbaşı kutlamalarıyla Yüksekova'da bir Cem Adrian konseri arasında tanımlanabilecek; yani oturacak yer bulamadığınız fakat oksijen miktarının herkes için yeterli olduğu bir otobüste, yanımda duran adamın müthiş bir cesaret örneği sergileyip pantolonumun önüne umarsızca dokunması da başıma geldi. Ben de her taciz mağduru gibi başta yanlış anladığımı sanıp daha sonra adam ses çıkarmadığımı, hatta küçük çapkınlık macerasına dahil olduğumu falan sanıp elinin yanlışlıkla değmediğini kanıtlama çabasına girişince "N'ooluyo ya?" bakışlarıyla badi badi adamın aurasından uzaklaştım ve takip edilmeme dualarıyla otobüsten indim.

Toplumda cinselliği tabulaştırmanın sonuçlarına en güzel örneği verdin tacizci amca; sağolasın. Sevgilisi olan öğrencisini döven din öğretmeninin, erkeklerle konuştu diye kızını öldüren yobazın, eşcinsel çocuğunu vurdurtan homofobiğin ve hamile kaldı diye evlatlıktan reddedilen kızın babasının zamanında arkadaşlarıyla toplaşıp porno izleyerek mastürbasyon yaparken göz ucuyla diğerlerinin mihrabını kontrol ettiğini, beden derslerinden sonra soyunurken "şakadan" birbirini taciz ettiğini, "bacım" dediği komşusunu düşünerek hamamcı olduğunu, iki çocuğu ve karısıyla onay gören mazbut hayatını sürdürdüğü evine internetten düşürdüğü erkekleri aldığını biliyorum.

Kendini ilk ya da son sanana ne yazık.

GRRRRRRRRRRRHAAAVV!!

14 Şubat 2010 Pazar

on dört şub-arf!


Asiye'm; sevgililer günümüz kutlu olsun.

Başkalarıyla ilgili iyi temennilerim de var ama hepsini yüzlerine söylerim, manyak mıyım tanımadığım birileri okuyacak, sayemde hayatının aşkını bulacak falan; hiç işim olmaz.

Hadi hepi velıntaynz...

Hevh!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Bak gene!



Tembelliğimden değil sosyalliğimden mütevellit, malum tatilimde yapıp ettiklerimi yazmayı dönüşüme bıraktım.

Yalnız af buyrun ama ben nasıl durayım, nerelere gideyim, şu canımla neyleyim ki kurdeladan, makromeden artık kafası yüksek takılan hayatımın kadını gene yüzüme tokat gibi inen bir enstantaneyle sabahıma pike yaptı.

Kahvaltı yapıp televizyonun başına geçtim ve beni ''Deryalı günler'' karşıladı. ''Yaratıcılığa gel, hayalgücüne bak!'' falan gibi bir jingle'dan sonra nur yüzlü kreatif tanrıçam günümün aydınlığına aydınlık kattı. Eh, Derya Baykal'ın nasıl bir geri dönüşüm kompulsifi olduğunu siz de bilirsiniz. Bu programda da aşağı yukarı üstte görmekte olduğunuz mouse'u andıran, ancak onun daha bir kullanılmış ve paçoz versiyonu olan altın sarısı bir mouse'un nasıl aksesuar olarak kullanılabileceğini gördüm.

Üstünde hiçbir oynama ya da düzenleme yapmadığınız mouse'u alıp (Böyle USB girişiyle falan ama) boynunuza sarıyorsunuz, memelerinizin arasında tıklanmaya nazır, altın sarısı bir mouse sallanıyor.

Teşekkürler Derya'm, teknolojiyi de ev hanmlarının çamaşır suyu kokulu ellerine alet ettin, yarın bir gün annemin elinden pazar filesi olarak kullandığı laptop kılıfımı kurtarırsam mesulu sen olursun!

Hev!

28 Ocak 2010 Perşembe

"Schweiz'da böyle yapmıyorsun aaama!"



Çok şükür!

Kuyruğumuzu sallamadan edemiyoruz. Aylar öncesinden biletleri alınan, haftalarca binbir stresle belgelerinin tamamlanmasına uğraşılan Avrupa gezimiz yarın başlıyor!

Bir tanecik sevgilim daha önceden de söylediğim gibi 20 Kasım'da bana doğumgünü hediyesi olarak uçak bileti almıştı. On yedi şubata kadar içine sırasıyla İsviçre, İtalya, Almanya ve Fransa gezilerini alan, muhtemelen rüya gibi bir tatil geçireceğiz.

Bize elimizin kolumuzun bağlandığı rapor gibi konularda destek veren Dsara, Karabaş, Daisy, Toutou ve Anka'ya bin teşekkür! (Şunu eklemek zorundayım ki raporun muhtemelen bizim Almanya'da olduğumuz bir gün alınması gerekiyor ve Toutou'nun bir tanıdığı vasıtasıyla ayarlayabildiğimiz raporu tam doğum günü olan 8 şubat'ta almayı kabul etme nezaketini gösteren Anka'm; Asiye'mle ben doktorun sıradan bir doktor değil de;

- Hemşire hanım, boynumda ve belimde biraz ağrı var, bu konuda ne yapabiliriz?
- Ah, doktor bey, boyun ve bel ağrıları için iyi bir masajdan daha etkilisi yoktur.
- Keşke burada bana masaj yapabilecek becerikli ellere sahip birisi olsaydı.
- Belki ben size yardımcı olabilirim, üstünüzü çıkarın ve şu rahat sedyeye uzanın lütfen, ben de dikkatim dağılmasın diye kapıyı kilitleyeyim. Çünkü dikkatim dağılırsa biraz sert davranabilirim.
- Evet, bu çok iyi bir fikir.

konseptinde hiç de eğreti durmayacak, toplum ortalamasının üstünde fiziksel çekiciliğe sahip bir doktor olduğunu söyleyince bir süre Çilli ve Karabaş'ın da eşlik ettiği bir "Salya hakimiyeti bozukluğu"nun tesirinde kaldı ve fetiş doktordan rapor almak konusunda müthiş bir motivasyon geliştirdi.)

Sonuçta bütün her şey tamam, yarın yola çıkıyoruz. Mümkün olduğunca oradaki olayları çok da kişiselleştirmemeye gayret ederek buradan sizinle paylaşacağım.

Bekleyin Almancı komünite, biz geliyoruz, "Schweiz'da böyle yapmıyorsun aamaa!"

HAV HAV!!!

27 Ocak 2010 Çarşamba

Histanbul


Efendim dün biricik sevgilim Asiye'm beni Garajistanbul'da şu sıralarda da oynanmakta olan "Histanbul"a götürdü.


Oyunun yönetmenleri Övül Avkıran ve Mustafa Avkıran; yazan, çizen, seslendireni Kemal Gökhan Gürses ve oyuncuları Memet Ali Alabora (Hayır; "MeHmet" değil, "Memet") , Sibel Tüzün, Evrim Demirel ve Ata Güner.


Oyun kısaca İstanbul'u temsil eden ve Sibel Tüzün'ün canlandırdığı "İstanbul" isimli kadını ilk gördüğü anda ona aşık olan ve Memet Ali Alabora'nın canlandırdığı jeoloji mühendisi Ali Bora'nın (Evet, tamamen katılıyorum!) hikayesi üzerinden İstanbul'un farklı yüzlerini karikatür sanatı ve şarkılarla anlatmayı hedefleyen bir çerçeve üzerine kurulu.


Tamam, tiyatro eleştirmeni değilim, bunun okulunu da okumuyorum (Vuuuhuuu! Kompleks yapmışız!) ancak tiyatroya dair hiçbir fikrim olmadığı söylenemeyeceğinden seyirci gözüyle birkaç fikir beyan etmek isterim. (Beyan dedim.)


Fikir kimsenin itiraz edemeyeceği kadar iyiydi ancak oyunculukların durumu karikatürlerde canlandırılan karakterlerin performansının daha çok dikkat çekmesine sebebiyet verecek kadar vahimdi. Şimdi karikatürlerin nasıl oyunculuk yaptığını anlatıp sürprizini kaçırmayayım, her halükarda gidilip görülmesini tavsiye edeceğim bir oyun zira.


Benim izlediğim performans, oyunun Sibel Tüzün'lü ilk prömiyeriydi*. Daha önce İstanbul'u canlandıran Roza Erdem'le karşılaştırılınca Sibel Tüzün'ün oyunculuk yönünden epey yardıma ihtiyacı olduğu söylenebilir(-miş, zira ben Roza Erdem'i izleyemedim). Ancak elbette ki şarkıları seslendirmedeki başarısına laf atacak halde değilim. Yalnız farz-ı misal "Sahnede konuşurken neden tonlama yapmalıyız?" ya da "Neden mizansenleri canlandırırken rol arkadaşımızı takip etmemiz gerektiğinde gözümüzü dike dike değil de hangi hareketi yapacağımızı hatırlayamadığımızda bunu seyirciye sezdirmeden halletmemiz gerekiyor?" sorularının yanıtını bulup da oyuna çalışmış olan bir Sibel Tüzün'ü sahnede görmek daha lezzetli olabilirdi. En azından sesini dinlemenin yaşattığı keyif ve kostümün azizliğinin dillere destanlığı (Söylemem, gidin izleyin!) hem göze hem kulağa hitap ediyor. (Haaah, s..tım, magazin programı sunucusu gibi yazmaya başladığım an da geldi!)


Yalnız, çok üzgünüm ama hadi en azından Sibel Tüzün'ün sıfatı "oyuncu" değil. Memet Ali Alabora neye hizmet etmesi amacıyla oyunculuğunun yetersizliğini kanıtlama çabasına girmiş, anlamakta zorluk çektim. Nihayetinde kendisini "Yılan Hikayesi"nde, şu an hatırlayamadığım ve hatırlamak için google'da araştırmak üzere kasamayacağım birkaç projede, "Eve Dönüş"te ve "Yedi Kocalı Hürmüz"de izledik, puanımızı verdik. Hasılı "Ya bu adam cidden kötü oyuncu" yargımızı hatırlatmasına gerek yoktu diye düşünüyorum. İyi yakışıklı makışıklı ama ezberini unutma, dil sürçmesi, enerji düşmesi bir kez olur, iki kez olur. Bütün yakışıklıların her yaptığı iş popüler olabilir lakin yakışıklılık geçer, kabiliyetsizlik baki kalır. Bruce Willis'e de selam yolluyorum buradan.


Bütün bunların dışında oyunun (Daha doğrusu Garajistanbul'un) en büyük eksikliklerinden biri teknik aksaklık geleneğini sürdürme alışkanlığı. İzlediğim birkaç oyunda da gördüğüm kadarıyla Garaj her nedense çok çeşitli teknoloji ürünlerine oyunlarında yer vermeyi pek seviyor ancak bunları ustalıklı biçimde kullanmakta bir çeşit özür sahibi. Seyircinin toleransını suistimal etmek saygısızlıktır. Ben ne talih ki Garajistanbul'da birçok oyun izleme şansını bulabiliyorum, buradan hareketle teknik hataların her oyunda tekrar ettiğini gözlemleyebildiğimden Garaj'da sürekli oyun izlemeyen seyircinin enayi yerine konmasını doğru bulmuyorum. Aldığım duyumlara göre teknik aksaklıklar teknoloji ürünlerinin çok eski olması, sahnenin açılışından beri aynı kulaklıkların, headsetlerin vesairenin kullanılıyor olması imiş. Övül Hanım? Mustafa Bey? Yenilerini alınız...


Ya da teknik kullanamıyorsanız kullanmayınız. Yapamıyorsanız yapmayınız. Lise müsameresi değil bu.


Bütün bunların ötesinde müzisyen Evrim Demirel ve DJ. ve VJ. Ata Güner'in profesyonelliği ve başarısı teknik malzemelerin yetersizliğine rağmen yüreklere su serpti.


Bütün oyunun yıldızıysa bana göre sahnede sesiyle yer alan Kemal Gökhan Gürses'ti. Aynı zamanda karikatürleri çizip seslendiren ve oyunun yazarı olan sanatçı, bana göre en sağlam komedi unsurlarını oluşturuyordu. Özellikle seslendirmedeki çok inceden sezdirilerek yirmi beşinci kare mantığıyla seyircide iz bırakan küfürler oyunun en komik kısmıydı. Zira seyirciye bir sözcüğün içindeki küfrü andıran kısmı sezdirip "Acaba ben mi fesatlık yapıyorum, böyle bir şeyi kastetmiş olabilir mi?" diye düşündürmek her babayiğidin harcı değildir.


Oyun komik, oyunun müzikleri güzel, kaliteli, ilk oyundu, gelişeceği şüphesiz. Umarım siz de izleyip beğenirsiniz.
*Prömiyer'in "İlk oyun" anlamına geldiğini biliyorum. Kasten yaptım.


Hev!

Bu kadını tanıyor musunuz?




Bu kadın, pazara giderken bile makyajını yapar, balyajlı saçlarına muhakkak şekil verir, yumurta topuk ayakkabılarının içine ten rengi çorabını giyer, eteği hemen dizinin altında biter.

Bu kadın, kapıcısına "Cemşit Bey", temizlikçisine "Mualla" der.

Bu kadın, herkese, aşağılamaya çalıştıklarına dahi "siz" diye hitap eder.

Bu kadın, sigara içiyorsa "Bırakamaz şu mereti", içmiyorsa "İçmez, içene de saygı gösterir" ama sigara içenlerin ağzının "Çok afedersiniz" tuvalet gibi koktuğunu ekleyip "Ağzınıza s.çayım" altmetnini gizliden gizliye sokuşturmadan edemez.

Bu kadın, gereksiz bir agresyonla hakkını savunur. Her alışverişte fişini alır, fatura sırası beklerken araya kaynayan olursa ilk o müdahale eder, toplu taşıma araçlarında yer vermeyen gençlerin gözünün içine baka baka "Gençlik ne hale gelmiş!" diye isim vermeksizin çemkirmekten asla geri durmaz.

Bu kadın, modern medyayı hep takip eder. Onun için her şey "İyidir ama artık bozmuş"tur. Kadın programlarını "asla" izlemez, sinema para tuzağıdır, tiyatroya gitmek lazımdır ama "Aman ne zaman gitsin"dir, TRT eskisi gibi kaliteli yayın yapmamakta, "Baksanıza artık Mustafa Keser'i bile çıkarmakta"dır.

Bu kadın, zamanında solcu, eşitlikçidir ancak g.tünü kurtardığı tarihten itibaren Kürtlerin tamamının aslında terörist olduğundan, hepsinin ülkeyi içten çökertmek için kendisi gibi "Safkan Türk"lere düşmanlık beslediğinden adı gibi emindir, bunu anlayamayanların saflıklarını şaşkınlıkla karşılar.

Bu kadın, orucunu tutar, namazını kılar ama yeri geldiğinde rakısını da içer.

Bu kadın, patronuna, üstlerine, zenginlere, süslülere gösterdiği güleryüz ve samimiyetin acısını esnaf, işçi, hizmet sektörü çalışanı tayfasına insan müsveddesi muamelesi yaparak çıkarır.

Bu kadın, çocuklarına "Siyasete bulaşmayın, sizin tek işiniz var: Okumak, okumak, okumak!" diye öğüt vermeye çalışarak apolitik nesil yetiştirmeye yeminliler ordusunun en ön saflarında bayrak taşır.

Bu kadın, zamanında öğrendiği azıcık yabancı dille altyazılı filmlerdeki repliklerin arasından kulağına aşina gelenleri o ortamdakilere öğretme bilincini asla yitirmez. "Oh may gad" diyen karakter "Bakın, işte burada 'Aman Tanrım!' diyor"dur.

Bu kadın, ölmeden dünyaya bir iz bırakmak amacıyla pek çok yersiz faaliyetin gerçekleşmesine hizmet eden "Zıkkım Hanımlar Derneği", "S.kb.k Ev Hanımları Derneği" gibi binbir kuruluşun içinde yer alıp sabahtan akşama kadar dedikodu yapar, en iyi ihtimalle el işleriyle vaktini ve atılacak malzemelerini değerlendirir. Sosyal duyarlılığı doruktadır ama sokak çocukları söz konusu olduğunda "Bunların hepsi Kürt'tür, bakamayacaklarsa doğurmasınlar, tavşan gibi çoğalmasınlar"dır.

Bu kadın, çocukları daha iki yaşındayken onlara "Ayberk'çiğim, bizi düşmanlardan kim kurtardı?" sorusuna "Atatürk!" yanıtını vermeyi öğretir.

Bu kadın, referansla zincirleme satış yapan kozmetik firmalarının gözbebeğidir.

Bu kadın, içinde bulunduğu her kalabalıkta göze batmak zorundadır, kurşuni ojelerini sürmeye başlayalıberi "dinleme" çipi yandığı için bütün tartışmalardan haklı çıkmanın verdiği özgüvenle karşısındakine işaret parmağını sallaya sallaya haykırma hakkını kendinde bulur.

Bu kadın, hayatını neredeyse bunaldığında onu teselli etsinler, bir yeri ağrıdığında şikayetlerini dinlesinler, keyfi yerindeyken de kendi söylediklerine hak versinler diye yaşar.

Bu kadın, otobüse bindiğinde önünde oturan tesettürlü ya da kara çarşaflı kadınlara duyuracak şekilde "Cumhuriyeti Atatürk kimlere emanet etmiş! Peh peh!" diye serzenişte bulunur.

Bu kadın, "gün" fenomenini ülkemize kazandıran, kısırın gurmesi, çayın eksperi, dedikodunun şahbazıdır.


Bu kadını tanıyor musunuz?

Bu kadın, önceden bahsettiğim "Laik Teyze"; Asiye'min deyişiyle "Bostanlı Teyzesi"dir.

Hav!

26 Ocak 2010 Salı

İyiymiş!




Eh İstanbul,

Bana şu beş yılda binbir çeşit insan gösterdin; zayıflamak için sigara içeninden alkol aldıktan sonra bütün arkadaşlık yargıları yıkılanına, tam gırtlağında açılmış olan devasa deliğe aldırmadan geveze kişiliğinden feragat etmeyen taksicisinden ilkokul gibi defter kontrolü yapan üniversite hocasına, performans gösterisi için İstanbul'a gelip gaz bombaları arasında kalanından evinin kapısından giren bütün erkek canlıları binenaleyh kendi kapısından sokup sonra hepsiyle geçici bir süre sevgili olanına, üniversiteye geldiğinde cemaat evinde kalıp gün be gün gay kraliçeye dönüşeninden devlet okulunda öğretmenlik yaparken küpesini ve piercingini çıkarmadan okula girenine, bar çıkışı evine gittiği kişiyi Taksim parkının yanından geçerken bırakıp hiç tanımadığı biriyle geceyi bitireninden Türkçe'yi doğru düzgün konuşamadan kendine oyun yönetmeni diyenine, mitomaniğinden histrioniğine, kompulsifinden paranoyağına çok insan gördüm, uzata da bilirim, uzatmayacağım.

Yalnız öğleden sonra saat beşte Beşiktaş çarşısında elinde rakı bardağı, içe içe yürüyenini daha önce hiç görmemiştim, ellerin dert görmesin...

HAV!

23 Ocak 2010 Cumartesi

Cenaze helvasına kahkahayla gülmece...




Akşam akşam evdesiniz, o kadar da eğlenmiyorsunuz. Ne yapabilirsiniz?


Biz bir yolunu bulduk. Kahkahadan boyun, bel, sırt ve baş ağrısına ek olarak çene kilitlenmesi ve nefes darlığı yaşatıyor.



Öncelikle "Karabaş" gibi bir arkadaşınız ve telefonla eve servis yapan hayırsever bir bakkalınız oluyor. Telefon edip şu muhabbeti kuruyorsunuz:



- İyi akşamlar.

- İyi akşamlar, ben sipariş verecektim.

- Tabi buyrun.

- Un var mı?

- Var.

- Şeker var mı?

- Var, tabi.

- Yağ var mı?

- Var.

- O zaman ne duruyoruz? Helva yapalım.



Tabii o sırada bir kamera şakasının içinde olmadığınızdan adama gerçekten bunları sipariş etmeniz gerekiyor.



Ha bir de ortamdaki sair dostlarınızın aksine telefonda konuşan kişi olmanın bilinciyle herifin suratına kahkahalar atmamanız da lazım.



Çok yaşayın lan!


Haaahahhahahav!

22 Ocak 2010 Cuma

Polly’den ayrılmak


Canım kulübe arkadaşım Polly; insanların nefret, öldürme hırsı ve düşmanlık hislerine hizmet etmeye gitti.
Askerde.
Bütün kireçlenmiş ağaçlara işemeden, koğuşlardaki bütün yatakları parçalamadan ve sakladığın bütün kemikleri dönerken gömdüğün yerden çıkarmadan gelme. Hussy’i de merak etme, benimle.
Yanındayız, bekliyoruz Polly.

Pizza Rat'te Mesihler Konseyi



Bu; bilgisayar, internet ve motivasyon eksikliklerinin kombinasyonundan kaynaklanan, istemsiz gecikmeyle yazılmış bir yazıdır.
Geçtiğimiz haftalarda Asiye’m, ben, Anka, Zekiye ve Asiye’min iki arkadaşı Aang ve Kemik toplaşıp İstiklal’deki Pizza Hut’a oturduk.
Maddi açıdan birer holding lideri sayılmayan arkadaşlarım mama olarak “Yiyebildiğin kadar ye!” promosyonunu seçtiler. Ben de o gün artık malum mu oldu, ermenin kıyısından geçtim de fark mı etmedim bilemiyorum; dedim ki, “Şimdiye kadar ben hep buranın, rakipleri olan Little Caesars ve Domino’s’tan daha kötü pizza yaptığına dair bir önyargı geliştirdim fakat hep promosyonlu menülerden istifade ettim; acaba şu kimsenin menüyü eline aldığında doğru düzgün bakmaya bile yeltenmediği o ’pahalı’ pizzalar nasıldır?” Şu an adını anımsayamadığım fakat menüde yazdığı üzere içinde insan ve dinozor etinden başka aşağı yukarı her şeyin olduğu, sanırım “Supreme”li bir isimle anılan pizzadan fakir olduğum için küçük boy bir tane seçtim.
Ne var ki cevval garson, proleter kişiliğine yakıştıramadığım (Evet, garsonun yanında; patronun karşısında bir kişiliğe sahip olmak bir köpekten beklenmeyecek bir tavır olabilir ancak zamanında garsonluk yapmış köpekler kimi zaman içlerinde bir efendim Çegevera, bir Deniz Gezmiş barındırabilirler.) Tekrar aç parantez. (Ben de biliyorum onun ‘Che Guevara’ diye yazıldığını. Kapa parantez.) bir sığlıkla sırf karışık kuruşuk söylendi diye adisyona dıravdan beş tane “Gözün doyana kadar ye!” promosyonu yazdıktan sonra umarsızca çekip gitmiş, kendisinden uzun süre bir daha haber alınamamıştı. Asiye’min canı yemek istemiyordu, o yüzden bizimkilere “Niye beş tane yazdı bu adam?” soruma cevap olarak “Sana da bizimkinden yazdı.” cümlesini duyunca çok içerledim ve içerlediğimde içimdeki “Laik teyze”, Asiye’nin tabiriyle “Bostanlı teyzesi” dışarı çıkabiliyor. Bu terimi daha sonra açıklamaya gayret edeceğim.
Ne var ki daha ben bütün yoldaşlık bilincim ve garsonseverliğimi bir kenara bırakıp; kalkmış kaşlarım ve baygın gözlerimin aşağılayıcılığına eşlik eden çok minik bir el hareketiyle garson’a “Senin dikkatini çekmek için bu kadar uğraşabilirim. Görüp görmemen benim problemim değil!” dercesine “Pardon!” diye seslenmeden; az önce aç olmadığını söyleyen Asiye’min “Tamam, değiştirme siparişi ben yerim ‘Güvercin gibi ye!’ promosyonundan.” demesi üzerine küçük bir şok atlatıp bir yandan karşımda Gargantua gibi önlerine çıkan bütün canlıları çiğnemeden yutarken sevinç içinde kuyruk sallayan dostlarımı izleyip bir yandan Tiflis’e doğru yola çıkmış olma ihtimalini değerlendirdiğim garsonu beklemeye başladım. Hal-i hazırda imece usulü servis yapan mekanlarda bile garsonlar aynı anda cisimlenmiş (Bkz: Harry Potter) gibi ortadan kaybolma alışkanlıklarını gün be gün geliştirirken, Pizza Hut gibi mekanlarda masaların garsonlara pay edilmesi ve bir garsonun başka bir garsonun masasıyla ilgilenmiyor olması prensibi yüzünden hafif bir gerginlik yaşadım. Zira diğer masalar Stuffed Mouse’larını yuvarlarken ve neşe içinde şad olurken, yaş mamaya saldırır gibi tıkınan dostları tarafından önüne kullanılmış peçeteler (Şirket prensibi gereği kişi başı bir tane verilenlerden.) ve boş ketçap-mayonez paketlerinin bırakıldığı esnada, sair garsonların adeta “Yıh yıh, çok isterdim sipariş alıp masanı silmeyi ama benim masamda değilsin. Bekle senin garsonun gelsin. Eee, hayat da böyle değil midir? Doğru kişilerle doğru adımlar.” diyen bakışlarına maruz kalmaktan buhranlar geçiriyordum. (Abartıyorum evet.)
Bir süre sonra garson göründü ve ben arkadaşlarımın “Görmemişçesine ye!” promosyonlu pizza sipariş etmiş olmalarına duacı olarak, insan ve dinozor etsiz pizzamı sipariş ettim. Uyanık köylü zihniyetiyle bardakta servis yapılıp iki euro’ya satılan (Avrupa’ya gideceğim de yakın zamanda söylemesi ayıp, meh meh…) içecekleri ise bir kez daha esefle kınadım. Arkadaşlarımın seçimine duacıydım, çünkü herhangi başka bir promosyon sipariş etmiş olmaları halinde pizzalarını gözümün önünde zıkkımlanıp bitirdikten sonra bir yandan geğirdiklerini saklamaya çalışıp bir yandan da yan gözle bana bakarak “Ne zaman kalkacağız? E hadi sigara içsek.” gibi varoş cümleler kurma ihtimalleri beni ürkütüyordu. Ancak o anki koşullarda paralarını kuruşu kuruşuna karşılamaya yeminli olan dostlarımın bünyelerine dört yıllık karbonhidratı depolamadan o restoranı asla terk etmeyeceklerini gözlerindeki parıltıdan anlıyordum.
Nihayetinde artık gözüme daha yorgun ve tecrübeli görünen, zamanın kırbacını yiye yiye yüzündeki çizgiler artmış, sakalları uzamış ve saçlarında tek tük beyazlar çıkmış halde garsonumuz elinde bir çay tabağı ve üzerinde benim “küçük” pizzam olduğu halde geldi. Teşekkür ettim ve bu firmanın şubelerinde her zaman yaptığım gibi gelen pizzanın üstündeki malzemeleri saydım. Hayır, salam, soğan, sucuk gibi tür açısından değil; tane tane saydım. Adeta norm tablosunu çıkardım pizza malzemelerinin. (Sana da selam olsun, ey istatistik okuyan!)
Neyse ki tattığımda en azından lezzetli olduğunu fark ettim. Zaten fark eder etmez de tabağım boşaldı zira dilimdeki tat hücrelerinin beynime lezzet sinyallerini taşımasıyla pizzanın bitmesi takriben aynı zamana denk gelmişti. Doymadığımı anlayan biricik Asiye’m bütün toplum kurallarını adeta alt üst edip katıksız bir anarşizmle bana “Kıtlıktan çıkmış gibi ye!” promosyonundan iki dilim “çaldı”.
İşte her şey o an oldu…
Hayır be, garson görüp yasak olduğunu falan söylemedi. Ne kadar sığsın!
Yan masalardan bağırtılar, panik çığlıkları falan yükseldi. Ben “Ne oluyoruz ya? Üfff! Allah kahretsin, hani 2012’deydi? Lan daha yeni bir düzene oturtmuşuz hayatımızı bir dur lan!” diye varsayımlarda bulunduğum esnada kulağıma restoranda fare olduğuna dair bir şeyler çalındı.
Çoklarının aksine içimden “E olabilir, normaldir.” diye geçirirken herkesin radyasyona maruz kalmışçasına içlerindeki Uğur Dündar’ın su yüzüne çıkıp gözlerinin adeta bir çakmak, adeta bir mavi gibi parladığını görünce sessizliğimi korumayı yeğledim.
Ne var ki, birileri fare diye vaveylayı kopardığı halde cismani bir fare ortalıkta görülmüyordu. O an birkaç şey dikkatimi çekti. Birincisi, hala benim için bir söylenti olan fareye karşı beslediğim sempati, ikincisi diğerlerinin bu kadar panik yapmasına karşı duyduğum acımayla karışık hoşgörü ve sonuncusu tekrar Tiflis’e doğru sefere çıkmış olduklarından kıllandığım garsonların gizemli yok oluşları.
Birden, onu gördüm. Tanrı’nın işareti olan kutsal fareyi. Aşağı yukarı bir limon büyüklüğünde; adeta bir çipil, bir sevimli gibi bakan gözleri ve pıtırcık pıtırcık koşuşuyla sempati abidesi bir şey. Peki bu fareyi soydaşlarından ayıran neydi? Neden bu kutsaldı da diğerleri b.kla beraber anılıyordu? Yanıtı çok basit… Eğer sıradan bir fareyseniz, yemek için çöplükleri; hatta daha beteri, kanalizasyonu* seçersiniz. Ancak onca zehir ve dezenfektana (Çünkü Pizza Hut’ta haşereler ve küçük kemirgenler için bir önlem muhakkak alınıyordur.) rağmen damak tadını Pizza Hut’taki pizzalarla tatmin edebilen bir fare eğer Rattatouille değilse sadece kutsal olabilir. Çünkü dünyada Sinem Kobal’ın oyunculuk yapması kadar kabul edilemez bir şey daha varsa; o da Pizza Hut’ta bir farenin görülmesidir. O yüzden gördüğüm şeyi içselleştirmem başta çok zor oldu. Belki de bir hayaldi, bir halüsinasyondu? O fare hiç var olmamıştı ve Pizza Hut çalışanlarından biri şu anda sahibinin bir yandan burnunu çekip bir yandan eli kolu titreyerek altı morarmış gözlerini dört açıp fellik fellik aradığı halüsinojeni yanlışlıkla pizza hamuruna karıştırmıştı.
Bunları düşünürken şunu idrak ettim ki bu kadar orada olması imkansız olan bir canlı eğer ki Tanrı’nın işaretiyse; onu görebilmek de herkesin harcı değildi. Birkaç seçilmiş kişi; O’na en yakın bir avuç havariydi bu işareti görenler. Tanrı kullarından seçtiği birkaç aziz ve azizeyi sınamış; onların Pizza Hut’ta bir fare görmelerini sağlamıştı. Birkaçı elbette bu büyük yükü üstlenememiş, zaaflarının kurbanı olmuş, nefsine yenilerek “Ay! Fare var! Fare!” falan gibi efendim böyle alelade bir kulcağızın kuracağı; canlılara karşı yaradan tarafından emredilen sevgiden yoksun, ucuz; bir kutsanana hiç yakışmayan, yadım yadım yadırganası ibareler kullanmışlardı.
O an gülümsedim; başımın çevresinde melekleri, bembeyaz halemi ve O’na yakın olmanın yarattığı sıcaklığı hissettim. Tam “Arkadaşlar sakin olun, yüce babamızın hepimiz için bir planı var.” diye damardan girip oradaki herkesi bir anda durduracak; hatta ihtimal ki pek çoğunun gözlerini yaşartacak, belki sonrasında dizleri üstüne çöküp eteğimi öperek garsonun biraz önce gözleri boncuk boncuk yaşlarla dolarak getirdiği kolayı içmemi izlemelerini sağlayacak altın cümlemi kuracaktım ki; Anka’nın “Aa ben de gördüm! İşte orada!” sözleriyle irkildim.
O Anka ki dudağının kenarından mayonez ve kaşar sarkarken ağzından hamur parçaları fırlaya fırlaya; dişlerinin arasından salam ve zeytinler bize el sallaya sallaya bu cümleyi kurmuştu. Bu haliyle değil Mesihler Konseyimizin bir müdahili olması; Hayrabolu Kanaryaseverler Derneği’ne (HAK-DER) üye olması bile imkansızlar imkansızıydı. Bu durumda benim elimden de gerçekten Pizza Hut’ta bir fare gördüğümüzü kabullenmekten ve Rabb’ime isyan etmekten başka bir şey gelmiyordu.
Yine de bütün canlılara karşı duyduğum sevgi yumağına isyankar Rattaouille’u da dahil etmekten kendimi alıkoyamıyordum. Asiye’m protesto cümleleri arasında tarafımdan kurulan “Ama çok tatlı değil mi?” cümlesine katılmamış olacak ki, “Bebeğim bu ciddi bir konu ama.” diyerek o esnada bir pet shop’ta olmadığımızı bana anımsatıp kendime gelmemi sağladı.
Takriben bir farenin ömrü kadar zaman geçtikten sonra restoran müdürü teşrif ettiler. Tahmin ettiğim yaygara kopması ihtimalinin tam zıttı gerçekleşti, bütün müşteriler net ama sakin bir biçimde bunun ne denli büyük bir skandal olduğunu müdüre ifade ettiler. Aradan duyduğum “Ödemiyoruz!” cümlelerinin beni alıp götürdüğü Dario Fo oyunundan beni çıkaran Aang oldu. O an o da benim gibi silik ve pasifist hissetmiş olacak ki, ben hesap ödemek için aşağı inerken bana eşlik etti. Tam aşağıda kasanın yerini sorduğumda Zekiye üst kattan zebellah gibi inerek “Biz buraya bu akşam hesap ödemeyeceğiz!” dedi. Arkadan çipçiroz müdür gelip başıyla onaylayınca her ezilen ve hak arama özürlü Türk vatandaşı gibi kendimi bileğimin hakkıyla savunmuşçasına en çok sevinen yine ben oldum. Topuşup lokantadan bir daha oraya ayak basmamak üzere çıktık.
Yazının ana fikri: Hakkımızı her zaman savunmalıyız ve İstiklal caddesinden girdiğinizde yolun sağında kalan Pizza Rat’ten bir daha pizza yememeliyiz.
* “Kanalizasyon” demişken aklıma geldi. Okan Bayülgen’in filmi “BENCE” çok iyi ve işlenmesi gereken bir fikrin katlinden ibaret. Bkz: Oyunculuklar, Okan Bayülgen’in rezil performansı, replikler, 2010 yılında şiveyle güldürme çabası, Okan Bayülgen’in rezil performansı. (Bilerek iki kez yazdım.)


GRRHHAV!

9 Ocak 2010 Cumartesi

Baabaa!!



Bir önceki yazımda anlattığım- daha doğru tabirle "uzattığım" bürokrasi maceraları bundan iki gün önce de tekerrür etti fakat önceki yazımdaki cevvalliği yapıp uzun uzun kafa s..meyeceğim.



Asiye'm sağolsun doğum günümde kainatın bütün inceliği ve düşünceliliğiyle uçak bileti aldı bana. Yurt dışına, onun doğduğu kente gidip göreceğiz (Issız Adam'ı anımsayıp burun kıvıranlar yanarak ölsün). Tabii bu aylar önceden belliydi fakat benim kafama devlet kuşunun s.çacağı nispeten yeni bir haber olduğundan devlet bünyesindeyken yurt dışına çıkmanın ne kadar civcivli olduğuna dair bir fikrim düne kadar yoktu.



Bütün belgeler tamamlandı, okuldan alınacak bir tek belge kaldı. Yazının konusu bu olmadığından o belgeye dair sadece iki noktaya parmak basıp geçeceğim: Birincisi Milli Eğitim İlçe Müdürlüğü'ndeki şişman, çirkin, antipatik ve muhtemelen sağlıksız cinsel hayat mağduru bir tutuk zekalı (Bilimsel tabir olarak-hakaret değil.) personelin "Sen daha stajyersin, ne yurt dışı. Daha yeni atanmışsın, ne pasaportu." ve benzeri temelsiz, amaçsız, sadece çekememezlik ve fesatlık kaynaklı zırvaları ve müdürümün "Ben nereden bileyim?" temalı cümleleri. Zira ihtimal ki kimseye "Yurt dışına çıkma izin formu" doldurmamış olduğundan bana sanki resmi evraklar konusunda bir çakal, adeta bir bilirkişiymişimcesine bakıyordu. Temel bilgileri doldurduktan sonra pasaport numaramı bilmediğimden Tarçın'ı aradım. En büyük korkumun Tarçın'ın evde olmaması, bu yüzden pasaportumu bulamaması olduğunu sanırken daha büyük bir kabus gerçeklendi ve canım cocker'ım telefonu "Hmmmhhh" diye açtı. "Şimdi olmaz, tam şu anda olamaz" diye onun ağlıyor olmamasına -ki pek bir keyiflidir, neşelidir yazık- yönelik dua ederek "Tarçın uyuyor muydun?" dedim. Yanıt yarasaların sonarlarıyla algılayabilecekleri kadar düşük frekansta geldi fakat ben bunu bütün optimizmimle "Evet" olarak algılamayı yeğledim ve "Lütfen hemen uyan kendine gel ve bana pasaport numaramı oku!" dedim. Sağduyulu dostum numarayı okudu, teşekkür edip kapattım."Yurt dışına çıkma nedeni" kısmına geldiğimizde müdürle önce ekrana, sonra birbirimize uzun uzun baktık. Ben gerginliği atmak için öpüşmemiz gerekip gerekmeyeceğinin muhasebesini yaptığım esnada müdürüm "Eee ne yazacağız hocam?" dedi. Dünyanın en dürüst insanı olduğumdan "E hocam doğrusunu yazalım, 'Tiyatro ekibinin yurt dışı performansı gerekçesiyle' falan yazalım" dedim. Müdürümün "E tabi, burası Kaliforniya'da bir kolej değil mi?" diyen bakışlarını müteakip "İzin vermezler öyle hocam." dedi ve izin tarihleri yalnızca tatil günlerini içeren ve buna rağmen İlçe Milli Eğitim'e, okula ve kaymakamlığa onaylatmanız gereken (Çünkü sizin sömestre tatilinde nerede olduğunuzun derdi devleti de geriyor.) çetrefilli belgemize "Turistik gezi" yazmak konusunda hemfikir olduk.Neyse, bu belgeyi almak için önce okula gidip sonra milli eğitime geri gelmem; sonra bir kez daha milli eğitime gidip sonra tekrar okula gitmem gerekti vesaire...



O günün akşamında Asiye'min yönettiği (Ha ha, siz bizi öyle böyle kırmalar mı bellediydiniz?) oyunu izleyecektik ve plana göre ("According to plan"-Tim Burton'a saygı.) ben okuldan çıkar çıkmaz onunla buluşup oyunu izlemeye gidecektik. Lakin "Senin daha stajın kalkmamış." adamı ve onun gibi birtakım çatışmalardan kaynaklı gecikmem sebebiyle bir tanecik Asiye'mi de saatlerce o bomboş semtin saçma sokaklarında dolaşmak zorunda bıraktım.



Nihayetinde buluştuk, iki buçuk saate varan ürkütücü bir yolculuktan sonra şaşırtıcı güzellikte bir kültür merkezine ulaştık. O gece, Türk-Yunan Mübadele Derneği'nin kutlama gecesi vardı ve esas oyundan önce bir slayt gösterisi ve iki halk dansları gösterisi vardı. Anka ve ben, ekibin alaturka temalara burun kıvıran havalı ve bananeci unsurları olarak başta bu "varoş" gösteriyi izlemeye nazlanmıştıysak da sosyalleşmenin sadece bu kültür merkezinde mümkün olduğu bu ilçede iki kişi ne b.k yiyeceğimizi bilememenin korkusuyla Asiye'm ve Çilli'ye eşlik ederek salona girmeye karar verdik.



Salona girerken kapıda bizi Uykusuz'un "Bıyıklı Kadın"ı karşıladı. Entelektüel seyirci formatında kadına oyunun yönetmeni ve arkadaşları olduğumuzu ifade ettiğimiz esnada kafamdan geçen "Lütfen ama lütfen bu kadın lezbiyen olsun, bıyıkları var!" düşünceleri, kadının telefonda konuştuğu arkadaşına ".... Sen de bulmuşsun..." demesiyle bölündü ve evet, bu "Sen de bulmuşsun", o "Sen de bulmuşsun, güllüsünü arıyorsun." daki "Sen de bulmuşsun". Soğukkanlılıkla kahkahalarımızı oturacağımız koltuğa saklayıp salonda ilerledik.



Nihayet pek çok laik teyze ve amcanın arasındaki yerimize yerleştik. Slayt gösterisinde derneğin önceki etkinlikleri ve geleceğe yönelik çalışmalarını derneğin sosyaller sosyali başkanının çeşitli fotoğrafları ve görüntüleri eşliğinde izledik. Zaten sanırım derneğin bütün üyeleri sosyalliği ve "lider" sevgisi bendine sığmayıp taşan zatlardan ibaretti. Görüntülerde Atatürk'ün doğduğu evin fotoğrafının üstüne wordart'la yazılmış çok kırmızı ve çok ucuz "Atatürk'ün Evi" yazısının çapraz pozisyonda eklendiğini gördüğümüzde de ikinci şokumuzu yaşadık.



Slayt bitti, en büyüğü on beş yaşındaki çocuklardan oluşan halk oyunları ekibinin gösterisini izledik. Epey iyiydi, çok keyif aldık. Sonra bir şeyler ters gitti ve yetişkinlerin halk dansları gösterisi başladı. Öncelikle "genç" ekipteki Derya Baykal dikkatimi çekti. Hayır, elbette Derya Baykal'ın kendisi değildi sahnedeki. Saçmalamaya gerek yok, onun ölmeden önce günlük kullanıma açması gereken binlerce parlak boncuğu, eskimiş ve hayata onun elleriyle geri dönmeyi temenni eden aksesuarları, lüzumsuz bibloları ve zayi etmesi gereken yılları var. Bu kadar iş güç arasında onun kalkıp bir de halk oyunları ekibine girmesini temenni etmek tamahkarlık olurdu. Hayır dostlarım, burada bahsi geçen hanım orta yaşlılığı ve ne yazık ki kendini genç hissedişine ek olarak bir de utanmadan hayata sıkı sıkıya tutunuşuyla bir Derya Baykal franchisingiydi. "E bu yaşlı?" derken gecenin ikinci en kopuk adamı olan davulcu abiyle gecenin en kopuk birinci adamı "Recep" göze battı. İsmi belki Recep değildi, belki bir Tonguç, belki de Bünyamin'di; lakin o bizim Recep'imizdi. Zira yakın geçmişte bu isim hiçbir yaşam formuna bu denli yakışmamıştı.



Davulcu kontrolden çıkmış bir hezeyan içinde kendini dağıtır ve Recep'imiz ha bire ekipten farkını kah oyunculuğu (Çünkü o hem bir folklor dansçısı hem de oyuncuydu!) kah koreografiden kopup dikkat çektiği doğaçlamalarıyla sivrilirken yerden kılıçlar, kamalar ve tabancalar alındı- savaş karşıtı ben ve dostlarımın yüreğine bir gam düştü. Nihayet hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde mantar tabancaları patladı ve ben tam içimden cık-cıklarken sahneye makineden sis verilmeye başlandı ve hoparlörden silah ve savaş sesleri yükseldi. Mutlu mutlu halay çeken dansçıların üstün oyunculuk performanslarıyla birer armut, birer cevizmişçesine patır patır sahneye yığılmalarını izledik. "En son Recep düşecek." teorimin gerçeklenmesi beni şaşırtmadı. Hatta Recep ölmedi bile. Silah arkadaşlarının ölümünün acısıyla o ıstırap senin bu ıstırap benim sürüklenen Recep'im, edemedi sahnenin en önüne gelip ellerini havaya kaldırarak bir Bülent Ersoy'a dönüşüp "ALLLLAAAHHHHHHHHHHHHHH!!!!" alt metniyle kollarını sarstı. Asiye'm kulağıma eğilip sakince "Oyunculuğu oyuncular yapsın." dedi. Daha bu cilloplar cillobu cümlenin hazzına tam varamadan salon seyircinin alkışlarıyla yıkıldı. O dakikada, hayatımız boyunca daha önce aynı fikirde olmadığımız bu kadar çok insanla hiç aynı ortamda bulunmadığımızı idrak ettik. Seyirciden gazı da alan Sosyal Recep, nihayet dizlerinin üstüne çöktü, giysilerinin altından "mecburi" Türk bayrağını çıkarıp üstüne örttü ve oyunun başında kılıçları gördüğümüzde yaptığımız "Harakiri" esprisini göz göre göre gerçekledi; kendini öldürdü. Göz devirmekten gözlerimiz ağrımışken o an geldi...



O an...



Recep'in oğlunu oynayan çocuk elindeki mikrofona "BAAAABAAAAAA!!!" diye bağırdı. Bu ekibin genel problemiydi zaten, "mikrofona bağırma bozukluğu". Ajitasyon komasının eşiğindeki seyircilerin izlemesi gereken bir sonraki sahneyse içimden "Yo, hayır, yo, hayır, bu kadarını yapmazsınız, yok artık..." diye geçirmeme rağmen canlandırdıkları "Recep'in oğlunun önce kafasına Türk bayrağı örtüp sonra kendisini kamayla öldürmesi" sahnesiydi.



Benim görüşlerime göre hal-i hazırda aslında bebek bezi reklamlarındaki bebeklere yapılan dahi çocuk istismarı sayılırken resmen gözümüzün önünde "Gurur tablosu" adı altında on üç yaşında bir çocuğun kendini öldürmesi ve bu sahnenin alkış alması içimdeki "sahneye çıkıp ekibin halay başı olan Recep'i tokat manyağı yapma" arzusunu körükledi.



Bu ve benzeri ajitasyonlar eşliğinde nihayete eren halk oyunları gösterisinden sonra bir tanem, Asiye'min yönettiği oyunu izledik. Biraz önceki kabusu alkışlayan seyirciyi rezil etmek başta olmak üzere pek çok başarılı an bıraktı akıllarımızda "İzmir Tiyatrosu Artı". Evet, bu ekibin adı değil, sadece embesil sunucunun elindeki kağıda bildiğiniz latin alfabesiyle yazılmış olan "Tiyatro Artı İzmir"i okuyamama beceriksizliğinden kaynaklanan bir telaffuz hatası.



Önce içlerinde Aang ve Kemik'in de bulunduğu oyunu oynayan oyunculara, sonra bebeğim Asiye'me çok teşekkürler...



Hav!..

4 Ocak 2010 Pazartesi

Baykal Kent ve çinekoplar...



"Abi ben öyle mezun olur olmaz masa başında oturup, bürokrasiyle cebelleşip, geri zekalı kağıt işleriyle ömür çürütmeye başlayacak adam değilim. Yani ne bileyim; önce hayatı dolu dolu tatmak istiyorum anlatabiliyor muyum? Bak internetten bir sürü iş başvurusu yapıyorum (Yalan! Hepsini Asiye'm yapıyor.) uçakta hostluğa da başvurdum, callcenter'da müşteri temsilciliğine de, kahvecide garsonluğa da; artık bekliyorum; hangisi denk gelirse hayatım o yönde akacak. Hepsini de severek yapacağıma inanıyorum. Abi üç dört ay oldu okuldan çıkışımı alalı; yok mecburi hizmet, yok kamu personeli bik bik bik... Elime paramı alayım, ailem de sıkboğaz etmez artık gayrı; hem bir yandan tiyatro var, o da bir şey... " cümlelerini kurduğum hatıralar sararaktan dört bir yanımı, sabah yedide kalkıp elimde atandığıma dair belgelerle askerlik şubesine doğru yola çıkmamın üstünden iki hafta geçti yaklaşık. Sabah beşte yatıp hava kararmaya yakın uyanan, yarasalığın eşiğinde bir çift olarak Asiye'm elimden tuttu beni, "İki yıl askere çağırmayın" belgemi almaya götürdü. O hikayeleri uzun uzun anlatmanın alemi yok.

Neyse, ben bu belgeyi aldım; görev yerimi aramak üzere İstanbul'un en kendine "İstanbul" demekten imtina etmesi gereken semtine doğru yola çıktım. Takriben iki saat sonra yaklaştığımı hissedip teoride "oraların kurdu" olması gereken minibüs şoförlerine ne yöne gidebileceğimi sordum. Birbirlerine sanki ben demincek Hamdi Bey'in yeni teklifini sunmuşum gibi muhakeme ede ede, enine boyuna tarta tarta, uzuuun uzun baktılar. Bir iki "Şurada, yok şurada..." münakaşasından sonra yön gösteren bütün işaret parmaklarının momentini alıp tahmini bir doğrultuya yöneldim. Neyse ki minibüs şoförleri sağduyu sahibi insanlardı ve bilinçsiz bir şekilde (O sırada araçta olmadıklarından bilinçleri kapalı olacak.) beni sadece otuz metre uzaktaki okuluma yönlendirmek yerine bambaşka bir doğrultudaki münasebetsiz bir hicrete falan sokmadılar. Zira sonradan öğrenecektim ki bu ilçede insanlar kroki oluşturmak, takriben uzaklık tahmini, yön tarifi, gördükleri bir mekanın yerini kafalarında canlandırmak ya da en azından "yazı yazılan sağ, saat takılan sol" anekdotunu otuzlu yaşlarının sonlarında olsalar dahi anımsayabilmek konusunda bir çinekoptan daha becerikli değillerdi.


Neden sonra ilerledim ve karşımda o buram buram çocukluk, buram buram masumiyet, bir ana kucağı, bir kitap defter yumağı olan okulumun; muharebe yıllarından kalma, deprem ihtimaline karşılık "İkamete elverişsizdir" şeklinde bir rapora sahip olması halinde insana "Ohhh, iyi bari; devlet bu belli mi olur, neyse ki ilk kez mantıklı bir rapor yazmışlar." dedirtecek boyutta tipi kaymış, sıvası dökülmüş harabe duvarına asılı tabelasını gördüm. Yemin ederim binanın gerilerine falan da baktım "Belki burası kantindir." falan diye. Ama hayır... Resmen alemin akıllısı ben olduğum için rastgele her okulu yazmış ve yol boyunca yanından geçip yalvarırcasına tabelasında atandığım okulun adını görmeye çabaladığım onlarca "Hugh Jackman" fiziğine sahip okulu atlamış, kala kala bir "Baykal Kent"e kalmıştım. Evet, okulum fiziki yapısı itibariyle tam bir Baykal Kent'ti. Yalnız böyle beğenmediğimi, hor gördüğümü, halimden şikayetçi olduğumu düşünmeyin. Hani mezuniyet partisine ayıp olmasın diye yakın bir arkadaşınızla gitme kararı alırsınız da içten içe "İyi oldu, zaten belki onunla gitmeseydim yalnız gitmek zorunda kalırdım."diye geçirdiğiniz esnada sınıfın en taş hatunu/çocuğunun partiye yalnız geldiğini görüp biraz daha votka içme arzusu duyarsınız ya; işte benim okulum da o promilde bir etki yapıyor.


İçeri girdim. Kapıdaki yaklaşık elli santim boyunda; görev bilinciyle beyni kulağından akmış bir kız öğrenci "Abi adını soyadını yazıp imza atar mısın?" dedi. Henüz sivil olduğumdan öğrencinin bu patavatsızlığını hoş gördüm. "Kiminle görüşeceksiniz?" kısmına "müdür" yazarken hafiften kasıldığımı hissedip sessiz sessiz kendime küfretmeye başladığım esnada nöbetçi öğrencilerin de birbirlerine "Oooo, müdürle görüşecekmiş." "Müdür yardımcısı da değil haaa, müdür!!" diye cıvıldadıklarını duyunca "Kiminle görüşeceksiniz?" kısmına "Müdür!" yazmış olmanın haklı gururuyla "Neresi çocuklar müdür beyin odası?" diye sordum. Aşağıyı gösterdiler. Saplantılı bir biçimde (Bugün dahi) aslında hiçbir şey yapmadığı gerçeğini koridorlardan silmek için durmaksızın okulun en işlek yerlerini paspasla temizleyen hademenin yeni sildiği yerlere ayakkabımın taban alanını en minimum düzeyde kullanarak müdür beyin odasına gittim. Yerinde yoktu. Tekrar yukarı, beyni akan nöbetçinin yanına çıktım. "Müdür yardımcısının odası nerede peki?" diye sordum. Yukarıyı gösterdi.


Müdür yardımcısının odasına girdiğimde çok hüzünlendim. Sanki benim ilkokulumu alıp buraya monte etmişlerdi. Kolsuz (Fakat kendini koltuk olarak tanıtan), yeşil ve bordo, kare biçimli koltuklar yan yana dizilmiş. Demirbaş numaraları falan... Çok acı. Neden sonra acım müdür yardımcısının Nurhan Damcıoğlu kostümü parlaklığındaki cafcaflı takım elbisesinin ışıltısıyla dindi. Kendimi tanıttım. Beni o kadar abartılı bir sevinçle hoş buldu ki; o an hiçbir talebimin karşılanmayacağı, kimsenin beni iplemeyeceği, adeta "tın tın" bir okula atandığımı idrak ettim.


Birkaç belge işini ayarlamaya çalıştığımız esnada bana bir çay söyledi. (Evet, doğru tahmin. Beyaz üstüne kırmızı puantiyeli plastik altlığı olan ince belli cam bardak.) Sonra içeri bıyıklı, yaşı kırklarına yakın ama böyle daha genç gösteren, kelimenin tam anlamıyla "Pipi gösterilen amca" modeli bir öğretmen girdi. O kadar enerjik ve neşeliydi ki adımı öğrendikten hemen sonra anlattığı şu fıkrayı pek az garipsedim:


"Genç bir çocuk eczaneye gitmiş. Viagra istemiş. Eczacı ilacı vermiş fakat gencin bozuk parası olmadığından parayı bozdursun diye karşıdaki çerezciye el işareti yapıp genci oraya yönlendirmiş. Genç, çerezcinin yanına gitmiş. Parayı bozdurmuş, 'Ha bu arada eczacı varsa beş yüz lira rica etti demiş. Çerezci fıkranın gidişatı bozulmasın diye* bu saçmalar saçması teklifi kabul edip eczacıya el sallamış ve parayı vermiş. Genç tekrar eczaneye girip 'Parayı bozdurdum, buyrun. Yalnız çerezci beş yüz lira rica ediyor varsa." demiş. Eczacı da beş yıl okul okumuş bir zeka küpü olarak* nedenini sormadan çıkarıp parayı vermiş. Genç adam çıkıp gitmiş. Sonra çerezciyle eczacı yedikleri kazığı anlamışlar ama bir daha genci görememişler. Daha sonra yaşlı bir adam eczaneye girip Viagra istemiş. Yalnız parasını vermeden "Alıyorum ama acaba işe yarıyor mu eczacı bey?" demiş. Eczacı da bunun üstüne "Valla demin bir genç geldi daha ilacı kullanmadan beni de s..ti; çerezciyi de s..ti." demiş.

Bu şirin fıkranın ardından aslında erimiş olması gereken buzların üstünden kayarak belgelerin en civcivli kısmı olan bürokrasi meselesini halletmeye gittim.

Efendim, günümüzde devlete girip çalışmak için saat 08:30 - 16:30 saatleri arasında şunları yapmak durumundasınız:


Öncelikle kimsenin- ama HİÇKİMSENİN size kesin bir şey söylemediği, böyle helyum balonu gibi havalarda manasızca süzülmenize yol açan yanıtlar aldığınız, üstüne Gaelikçe ile Abazaca arası kozmopolit bir ağızla konuşan görevlilerle muhatap oluyorsunuz ve hayır, bulunduğunuz yer şehirlerarası otobüs terminali değil, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü. Orada saatlerce bekleyip iki parça kağıt alıyorsunuz ve sizi nev-i şahsına münhasır "MAL MÜDÜRLÜĞÜ"ne yolluyorlar. Yalnız öyle kolay kolay da yollamıyorlar. Danışmada duran ve ihtimal ki kafasındaki jölenin de etkisiyle biraz yavaş düşünen genç kamu görevlisi size:"Bak arkadaşım bir daha anlatıyorum: Bu yol yok mu? Bu yoldan düz gideceksin!" diye defalarca anlatıyor ama siz kamu personelice bilmediğinizden "Bu yol" kadar spesifik bir yol tarifini idrak edemiyorsunuz. Sonra "Bu yol" dan düz gidip- ki kastettiği şeyin "Kapıdan şıktığınızda karşı taraftaki okulun bitişiğinden devam edin, ışıklardan yolun karşısına geçtiğinizde elli metre ilerde sağda." anlamına geldiğini yeni anlamış oluyorsunuz; MAL MÜDÜRLÜĞÜ'ne varıyorsunuz. Orada "Siz" diye hitap ettiğiniz, bir dakikaya yedi yüz kelime sığdıran görevliden "Yahu yine mi öğretmen yollamışlar! Arkadaşım okulda göreve başladığına dair belgeyle atanma kararnameni al, mutemete teslim et!" diye azar yiyorsunuz. Bir yandan kafanızdan "'M&M’ acaba 'Mut ve Met'in kısaltması mı?" diye espri yaparken "Pardon göreve başlama kararnamemi nereye vereceğim?" diye sormanın canınıza mal olup olmayacağının muhakemesini yapmaya çalışıyorsunuz. Nihayet konuyu çözüme kavuşturup okula gidiyorsunuz fakat o da ne? Okuldan mutemete teslim edilmek üzere ekstradan iki belgenin daha noter onaylı örneğini istiyorlar. "Bu yakınlarda nerede noter bulabilirim?" sorunuz müdür yardımcısı odasında adeta bir "Chopstick mi? Onu nereden bulacağız?" etkisi yaratıyor. Sonra düşünüp tartıp sizi tekrar şehir merkezine yollamaya karar veriyorlar. Gidip noterde belgeleri onaylatıyorsunuz ve veznedeki kız bir yandan utanmadan size yavşarken bir yandan "Borcunuz otuz sekiz lira." diyor. İki kağıt parçasını alıp Bilmemnerenin Bilmemkaçıncı noteri adına Bilmemkim Bilmemkim'in mazbut poposuna duhul edesiniz geliyor zira fiyatın fahişliğinden öte yanınızda nakit otuz sekiz lira bulundurmayı düşünmemiş olmanız sizin salaklığınız sayıldığından en "yakındaki" size uygun bankayı aramaya başlıyorsunuz. İşte yöre halkının çinekopluğu burada başlıyor. Herkes sizi bir başka yere yönlendirirken daha ziyade genç ve çürümemiş dimağlar arıyorsunuz fakat heyhat! Onların beyni de vajina arzusuyla kavrulmuş. Nihayetinde ha burada, ha yaklaştım diye diye bir buçuk saat yol yürüyüp okulun yakınlarından geçerken aslında görev yerinizin etrafında ne çok noter olduğunu şaşkınlıkla karşılıyorsunuz. Sonra bankaya ulaştığınızda iki adet çok yorgun bacak, bir adet içinizden taşan noter kapanmadan yetişme paniği ve bir adet de çok gelişmiş küfür haznesiyle dolmuşa binip gittiğiniz yolu geri dönüyorsunuz. Noterden iki parça kağıda kırk lira kösülerek çıkıyor ve okula varıyorsunuz fakat işleriniz bitti mi?

Hayır!

Biten tek şey mesai saati.

"Pazartesi halledersin Benekli!"


Sonra pazartesi oluyor ve geberesice mutemet'e belgeleri teslim ediyorsunuz. Okulda mı? Hayır. Şehir merkezinde Hugh Jackman bir okulda. Sonra bir banka bulup yine bir iki saat sıra bekliyor ve maaş kartı başvurusu yapıyorsunuz. Aynı yoldan iki vesaitle okulunuza doğru giderken yolda inip Sosyal Güvenlik Kurumu'nu dört kişiye sorarak buluyor ve sigortanızı üç saatlik bir bekleme süresinin ardından nihayet sorunsuzca hallediyorsunuz.


Hayırlı mesailer...

* Bu kısımları ben doğaçladım.

HAV!