28 Ocak 2010 Perşembe

"Schweiz'da böyle yapmıyorsun aaama!"



Çok şükür!

Kuyruğumuzu sallamadan edemiyoruz. Aylar öncesinden biletleri alınan, haftalarca binbir stresle belgelerinin tamamlanmasına uğraşılan Avrupa gezimiz yarın başlıyor!

Bir tanecik sevgilim daha önceden de söylediğim gibi 20 Kasım'da bana doğumgünü hediyesi olarak uçak bileti almıştı. On yedi şubata kadar içine sırasıyla İsviçre, İtalya, Almanya ve Fransa gezilerini alan, muhtemelen rüya gibi bir tatil geçireceğiz.

Bize elimizin kolumuzun bağlandığı rapor gibi konularda destek veren Dsara, Karabaş, Daisy, Toutou ve Anka'ya bin teşekkür! (Şunu eklemek zorundayım ki raporun muhtemelen bizim Almanya'da olduğumuz bir gün alınması gerekiyor ve Toutou'nun bir tanıdığı vasıtasıyla ayarlayabildiğimiz raporu tam doğum günü olan 8 şubat'ta almayı kabul etme nezaketini gösteren Anka'm; Asiye'mle ben doktorun sıradan bir doktor değil de;

- Hemşire hanım, boynumda ve belimde biraz ağrı var, bu konuda ne yapabiliriz?
- Ah, doktor bey, boyun ve bel ağrıları için iyi bir masajdan daha etkilisi yoktur.
- Keşke burada bana masaj yapabilecek becerikli ellere sahip birisi olsaydı.
- Belki ben size yardımcı olabilirim, üstünüzü çıkarın ve şu rahat sedyeye uzanın lütfen, ben de dikkatim dağılmasın diye kapıyı kilitleyeyim. Çünkü dikkatim dağılırsa biraz sert davranabilirim.
- Evet, bu çok iyi bir fikir.

konseptinde hiç de eğreti durmayacak, toplum ortalamasının üstünde fiziksel çekiciliğe sahip bir doktor olduğunu söyleyince bir süre Çilli ve Karabaş'ın da eşlik ettiği bir "Salya hakimiyeti bozukluğu"nun tesirinde kaldı ve fetiş doktordan rapor almak konusunda müthiş bir motivasyon geliştirdi.)

Sonuçta bütün her şey tamam, yarın yola çıkıyoruz. Mümkün olduğunca oradaki olayları çok da kişiselleştirmemeye gayret ederek buradan sizinle paylaşacağım.

Bekleyin Almancı komünite, biz geliyoruz, "Schweiz'da böyle yapmıyorsun aamaa!"

HAV HAV!!!

27 Ocak 2010 Çarşamba

Histanbul


Efendim dün biricik sevgilim Asiye'm beni Garajistanbul'da şu sıralarda da oynanmakta olan "Histanbul"a götürdü.


Oyunun yönetmenleri Övül Avkıran ve Mustafa Avkıran; yazan, çizen, seslendireni Kemal Gökhan Gürses ve oyuncuları Memet Ali Alabora (Hayır; "MeHmet" değil, "Memet") , Sibel Tüzün, Evrim Demirel ve Ata Güner.


Oyun kısaca İstanbul'u temsil eden ve Sibel Tüzün'ün canlandırdığı "İstanbul" isimli kadını ilk gördüğü anda ona aşık olan ve Memet Ali Alabora'nın canlandırdığı jeoloji mühendisi Ali Bora'nın (Evet, tamamen katılıyorum!) hikayesi üzerinden İstanbul'un farklı yüzlerini karikatür sanatı ve şarkılarla anlatmayı hedefleyen bir çerçeve üzerine kurulu.


Tamam, tiyatro eleştirmeni değilim, bunun okulunu da okumuyorum (Vuuuhuuu! Kompleks yapmışız!) ancak tiyatroya dair hiçbir fikrim olmadığı söylenemeyeceğinden seyirci gözüyle birkaç fikir beyan etmek isterim. (Beyan dedim.)


Fikir kimsenin itiraz edemeyeceği kadar iyiydi ancak oyunculukların durumu karikatürlerde canlandırılan karakterlerin performansının daha çok dikkat çekmesine sebebiyet verecek kadar vahimdi. Şimdi karikatürlerin nasıl oyunculuk yaptığını anlatıp sürprizini kaçırmayayım, her halükarda gidilip görülmesini tavsiye edeceğim bir oyun zira.


Benim izlediğim performans, oyunun Sibel Tüzün'lü ilk prömiyeriydi*. Daha önce İstanbul'u canlandıran Roza Erdem'le karşılaştırılınca Sibel Tüzün'ün oyunculuk yönünden epey yardıma ihtiyacı olduğu söylenebilir(-miş, zira ben Roza Erdem'i izleyemedim). Ancak elbette ki şarkıları seslendirmedeki başarısına laf atacak halde değilim. Yalnız farz-ı misal "Sahnede konuşurken neden tonlama yapmalıyız?" ya da "Neden mizansenleri canlandırırken rol arkadaşımızı takip etmemiz gerektiğinde gözümüzü dike dike değil de hangi hareketi yapacağımızı hatırlayamadığımızda bunu seyirciye sezdirmeden halletmemiz gerekiyor?" sorularının yanıtını bulup da oyuna çalışmış olan bir Sibel Tüzün'ü sahnede görmek daha lezzetli olabilirdi. En azından sesini dinlemenin yaşattığı keyif ve kostümün azizliğinin dillere destanlığı (Söylemem, gidin izleyin!) hem göze hem kulağa hitap ediyor. (Haaah, s..tım, magazin programı sunucusu gibi yazmaya başladığım an da geldi!)


Yalnız, çok üzgünüm ama hadi en azından Sibel Tüzün'ün sıfatı "oyuncu" değil. Memet Ali Alabora neye hizmet etmesi amacıyla oyunculuğunun yetersizliğini kanıtlama çabasına girmiş, anlamakta zorluk çektim. Nihayetinde kendisini "Yılan Hikayesi"nde, şu an hatırlayamadığım ve hatırlamak için google'da araştırmak üzere kasamayacağım birkaç projede, "Eve Dönüş"te ve "Yedi Kocalı Hürmüz"de izledik, puanımızı verdik. Hasılı "Ya bu adam cidden kötü oyuncu" yargımızı hatırlatmasına gerek yoktu diye düşünüyorum. İyi yakışıklı makışıklı ama ezberini unutma, dil sürçmesi, enerji düşmesi bir kez olur, iki kez olur. Bütün yakışıklıların her yaptığı iş popüler olabilir lakin yakışıklılık geçer, kabiliyetsizlik baki kalır. Bruce Willis'e de selam yolluyorum buradan.


Bütün bunların dışında oyunun (Daha doğrusu Garajistanbul'un) en büyük eksikliklerinden biri teknik aksaklık geleneğini sürdürme alışkanlığı. İzlediğim birkaç oyunda da gördüğüm kadarıyla Garaj her nedense çok çeşitli teknoloji ürünlerine oyunlarında yer vermeyi pek seviyor ancak bunları ustalıklı biçimde kullanmakta bir çeşit özür sahibi. Seyircinin toleransını suistimal etmek saygısızlıktır. Ben ne talih ki Garajistanbul'da birçok oyun izleme şansını bulabiliyorum, buradan hareketle teknik hataların her oyunda tekrar ettiğini gözlemleyebildiğimden Garaj'da sürekli oyun izlemeyen seyircinin enayi yerine konmasını doğru bulmuyorum. Aldığım duyumlara göre teknik aksaklıklar teknoloji ürünlerinin çok eski olması, sahnenin açılışından beri aynı kulaklıkların, headsetlerin vesairenin kullanılıyor olması imiş. Övül Hanım? Mustafa Bey? Yenilerini alınız...


Ya da teknik kullanamıyorsanız kullanmayınız. Yapamıyorsanız yapmayınız. Lise müsameresi değil bu.


Bütün bunların ötesinde müzisyen Evrim Demirel ve DJ. ve VJ. Ata Güner'in profesyonelliği ve başarısı teknik malzemelerin yetersizliğine rağmen yüreklere su serpti.


Bütün oyunun yıldızıysa bana göre sahnede sesiyle yer alan Kemal Gökhan Gürses'ti. Aynı zamanda karikatürleri çizip seslendiren ve oyunun yazarı olan sanatçı, bana göre en sağlam komedi unsurlarını oluşturuyordu. Özellikle seslendirmedeki çok inceden sezdirilerek yirmi beşinci kare mantığıyla seyircide iz bırakan küfürler oyunun en komik kısmıydı. Zira seyirciye bir sözcüğün içindeki küfrü andıran kısmı sezdirip "Acaba ben mi fesatlık yapıyorum, böyle bir şeyi kastetmiş olabilir mi?" diye düşündürmek her babayiğidin harcı değildir.


Oyun komik, oyunun müzikleri güzel, kaliteli, ilk oyundu, gelişeceği şüphesiz. Umarım siz de izleyip beğenirsiniz.
*Prömiyer'in "İlk oyun" anlamına geldiğini biliyorum. Kasten yaptım.


Hev!

Bu kadını tanıyor musunuz?




Bu kadın, pazara giderken bile makyajını yapar, balyajlı saçlarına muhakkak şekil verir, yumurta topuk ayakkabılarının içine ten rengi çorabını giyer, eteği hemen dizinin altında biter.

Bu kadın, kapıcısına "Cemşit Bey", temizlikçisine "Mualla" der.

Bu kadın, herkese, aşağılamaya çalıştıklarına dahi "siz" diye hitap eder.

Bu kadın, sigara içiyorsa "Bırakamaz şu mereti", içmiyorsa "İçmez, içene de saygı gösterir" ama sigara içenlerin ağzının "Çok afedersiniz" tuvalet gibi koktuğunu ekleyip "Ağzınıza s.çayım" altmetnini gizliden gizliye sokuşturmadan edemez.

Bu kadın, gereksiz bir agresyonla hakkını savunur. Her alışverişte fişini alır, fatura sırası beklerken araya kaynayan olursa ilk o müdahale eder, toplu taşıma araçlarında yer vermeyen gençlerin gözünün içine baka baka "Gençlik ne hale gelmiş!" diye isim vermeksizin çemkirmekten asla geri durmaz.

Bu kadın, modern medyayı hep takip eder. Onun için her şey "İyidir ama artık bozmuş"tur. Kadın programlarını "asla" izlemez, sinema para tuzağıdır, tiyatroya gitmek lazımdır ama "Aman ne zaman gitsin"dir, TRT eskisi gibi kaliteli yayın yapmamakta, "Baksanıza artık Mustafa Keser'i bile çıkarmakta"dır.

Bu kadın, zamanında solcu, eşitlikçidir ancak g.tünü kurtardığı tarihten itibaren Kürtlerin tamamının aslında terörist olduğundan, hepsinin ülkeyi içten çökertmek için kendisi gibi "Safkan Türk"lere düşmanlık beslediğinden adı gibi emindir, bunu anlayamayanların saflıklarını şaşkınlıkla karşılar.

Bu kadın, orucunu tutar, namazını kılar ama yeri geldiğinde rakısını da içer.

Bu kadın, patronuna, üstlerine, zenginlere, süslülere gösterdiği güleryüz ve samimiyetin acısını esnaf, işçi, hizmet sektörü çalışanı tayfasına insan müsveddesi muamelesi yaparak çıkarır.

Bu kadın, çocuklarına "Siyasete bulaşmayın, sizin tek işiniz var: Okumak, okumak, okumak!" diye öğüt vermeye çalışarak apolitik nesil yetiştirmeye yeminliler ordusunun en ön saflarında bayrak taşır.

Bu kadın, zamanında öğrendiği azıcık yabancı dille altyazılı filmlerdeki repliklerin arasından kulağına aşina gelenleri o ortamdakilere öğretme bilincini asla yitirmez. "Oh may gad" diyen karakter "Bakın, işte burada 'Aman Tanrım!' diyor"dur.

Bu kadın, ölmeden dünyaya bir iz bırakmak amacıyla pek çok yersiz faaliyetin gerçekleşmesine hizmet eden "Zıkkım Hanımlar Derneği", "S.kb.k Ev Hanımları Derneği" gibi binbir kuruluşun içinde yer alıp sabahtan akşama kadar dedikodu yapar, en iyi ihtimalle el işleriyle vaktini ve atılacak malzemelerini değerlendirir. Sosyal duyarlılığı doruktadır ama sokak çocukları söz konusu olduğunda "Bunların hepsi Kürt'tür, bakamayacaklarsa doğurmasınlar, tavşan gibi çoğalmasınlar"dır.

Bu kadın, çocukları daha iki yaşındayken onlara "Ayberk'çiğim, bizi düşmanlardan kim kurtardı?" sorusuna "Atatürk!" yanıtını vermeyi öğretir.

Bu kadın, referansla zincirleme satış yapan kozmetik firmalarının gözbebeğidir.

Bu kadın, içinde bulunduğu her kalabalıkta göze batmak zorundadır, kurşuni ojelerini sürmeye başlayalıberi "dinleme" çipi yandığı için bütün tartışmalardan haklı çıkmanın verdiği özgüvenle karşısındakine işaret parmağını sallaya sallaya haykırma hakkını kendinde bulur.

Bu kadın, hayatını neredeyse bunaldığında onu teselli etsinler, bir yeri ağrıdığında şikayetlerini dinlesinler, keyfi yerindeyken de kendi söylediklerine hak versinler diye yaşar.

Bu kadın, otobüse bindiğinde önünde oturan tesettürlü ya da kara çarşaflı kadınlara duyuracak şekilde "Cumhuriyeti Atatürk kimlere emanet etmiş! Peh peh!" diye serzenişte bulunur.

Bu kadın, "gün" fenomenini ülkemize kazandıran, kısırın gurmesi, çayın eksperi, dedikodunun şahbazıdır.


Bu kadını tanıyor musunuz?

Bu kadın, önceden bahsettiğim "Laik Teyze"; Asiye'min deyişiyle "Bostanlı Teyzesi"dir.

Hav!

26 Ocak 2010 Salı

İyiymiş!




Eh İstanbul,

Bana şu beş yılda binbir çeşit insan gösterdin; zayıflamak için sigara içeninden alkol aldıktan sonra bütün arkadaşlık yargıları yıkılanına, tam gırtlağında açılmış olan devasa deliğe aldırmadan geveze kişiliğinden feragat etmeyen taksicisinden ilkokul gibi defter kontrolü yapan üniversite hocasına, performans gösterisi için İstanbul'a gelip gaz bombaları arasında kalanından evinin kapısından giren bütün erkek canlıları binenaleyh kendi kapısından sokup sonra hepsiyle geçici bir süre sevgili olanına, üniversiteye geldiğinde cemaat evinde kalıp gün be gün gay kraliçeye dönüşeninden devlet okulunda öğretmenlik yaparken küpesini ve piercingini çıkarmadan okula girenine, bar çıkışı evine gittiği kişiyi Taksim parkının yanından geçerken bırakıp hiç tanımadığı biriyle geceyi bitireninden Türkçe'yi doğru düzgün konuşamadan kendine oyun yönetmeni diyenine, mitomaniğinden histrioniğine, kompulsifinden paranoyağına çok insan gördüm, uzata da bilirim, uzatmayacağım.

Yalnız öğleden sonra saat beşte Beşiktaş çarşısında elinde rakı bardağı, içe içe yürüyenini daha önce hiç görmemiştim, ellerin dert görmesin...

HAV!

23 Ocak 2010 Cumartesi

Cenaze helvasına kahkahayla gülmece...




Akşam akşam evdesiniz, o kadar da eğlenmiyorsunuz. Ne yapabilirsiniz?


Biz bir yolunu bulduk. Kahkahadan boyun, bel, sırt ve baş ağrısına ek olarak çene kilitlenmesi ve nefes darlığı yaşatıyor.



Öncelikle "Karabaş" gibi bir arkadaşınız ve telefonla eve servis yapan hayırsever bir bakkalınız oluyor. Telefon edip şu muhabbeti kuruyorsunuz:



- İyi akşamlar.

- İyi akşamlar, ben sipariş verecektim.

- Tabi buyrun.

- Un var mı?

- Var.

- Şeker var mı?

- Var, tabi.

- Yağ var mı?

- Var.

- O zaman ne duruyoruz? Helva yapalım.



Tabii o sırada bir kamera şakasının içinde olmadığınızdan adama gerçekten bunları sipariş etmeniz gerekiyor.



Ha bir de ortamdaki sair dostlarınızın aksine telefonda konuşan kişi olmanın bilinciyle herifin suratına kahkahalar atmamanız da lazım.



Çok yaşayın lan!


Haaahahhahahav!

22 Ocak 2010 Cuma

Polly’den ayrılmak


Canım kulübe arkadaşım Polly; insanların nefret, öldürme hırsı ve düşmanlık hislerine hizmet etmeye gitti.
Askerde.
Bütün kireçlenmiş ağaçlara işemeden, koğuşlardaki bütün yatakları parçalamadan ve sakladığın bütün kemikleri dönerken gömdüğün yerden çıkarmadan gelme. Hussy’i de merak etme, benimle.
Yanındayız, bekliyoruz Polly.

Pizza Rat'te Mesihler Konseyi



Bu; bilgisayar, internet ve motivasyon eksikliklerinin kombinasyonundan kaynaklanan, istemsiz gecikmeyle yazılmış bir yazıdır.
Geçtiğimiz haftalarda Asiye’m, ben, Anka, Zekiye ve Asiye’min iki arkadaşı Aang ve Kemik toplaşıp İstiklal’deki Pizza Hut’a oturduk.
Maddi açıdan birer holding lideri sayılmayan arkadaşlarım mama olarak “Yiyebildiğin kadar ye!” promosyonunu seçtiler. Ben de o gün artık malum mu oldu, ermenin kıyısından geçtim de fark mı etmedim bilemiyorum; dedim ki, “Şimdiye kadar ben hep buranın, rakipleri olan Little Caesars ve Domino’s’tan daha kötü pizza yaptığına dair bir önyargı geliştirdim fakat hep promosyonlu menülerden istifade ettim; acaba şu kimsenin menüyü eline aldığında doğru düzgün bakmaya bile yeltenmediği o ’pahalı’ pizzalar nasıldır?” Şu an adını anımsayamadığım fakat menüde yazdığı üzere içinde insan ve dinozor etinden başka aşağı yukarı her şeyin olduğu, sanırım “Supreme”li bir isimle anılan pizzadan fakir olduğum için küçük boy bir tane seçtim.
Ne var ki cevval garson, proleter kişiliğine yakıştıramadığım (Evet, garsonun yanında; patronun karşısında bir kişiliğe sahip olmak bir köpekten beklenmeyecek bir tavır olabilir ancak zamanında garsonluk yapmış köpekler kimi zaman içlerinde bir efendim Çegevera, bir Deniz Gezmiş barındırabilirler.) Tekrar aç parantez. (Ben de biliyorum onun ‘Che Guevara’ diye yazıldığını. Kapa parantez.) bir sığlıkla sırf karışık kuruşuk söylendi diye adisyona dıravdan beş tane “Gözün doyana kadar ye!” promosyonu yazdıktan sonra umarsızca çekip gitmiş, kendisinden uzun süre bir daha haber alınamamıştı. Asiye’min canı yemek istemiyordu, o yüzden bizimkilere “Niye beş tane yazdı bu adam?” soruma cevap olarak “Sana da bizimkinden yazdı.” cümlesini duyunca çok içerledim ve içerlediğimde içimdeki “Laik teyze”, Asiye’nin tabiriyle “Bostanlı teyzesi” dışarı çıkabiliyor. Bu terimi daha sonra açıklamaya gayret edeceğim.
Ne var ki daha ben bütün yoldaşlık bilincim ve garsonseverliğimi bir kenara bırakıp; kalkmış kaşlarım ve baygın gözlerimin aşağılayıcılığına eşlik eden çok minik bir el hareketiyle garson’a “Senin dikkatini çekmek için bu kadar uğraşabilirim. Görüp görmemen benim problemim değil!” dercesine “Pardon!” diye seslenmeden; az önce aç olmadığını söyleyen Asiye’min “Tamam, değiştirme siparişi ben yerim ‘Güvercin gibi ye!’ promosyonundan.” demesi üzerine küçük bir şok atlatıp bir yandan karşımda Gargantua gibi önlerine çıkan bütün canlıları çiğnemeden yutarken sevinç içinde kuyruk sallayan dostlarımı izleyip bir yandan Tiflis’e doğru yola çıkmış olma ihtimalini değerlendirdiğim garsonu beklemeye başladım. Hal-i hazırda imece usulü servis yapan mekanlarda bile garsonlar aynı anda cisimlenmiş (Bkz: Harry Potter) gibi ortadan kaybolma alışkanlıklarını gün be gün geliştirirken, Pizza Hut gibi mekanlarda masaların garsonlara pay edilmesi ve bir garsonun başka bir garsonun masasıyla ilgilenmiyor olması prensibi yüzünden hafif bir gerginlik yaşadım. Zira diğer masalar Stuffed Mouse’larını yuvarlarken ve neşe içinde şad olurken, yaş mamaya saldırır gibi tıkınan dostları tarafından önüne kullanılmış peçeteler (Şirket prensibi gereği kişi başı bir tane verilenlerden.) ve boş ketçap-mayonez paketlerinin bırakıldığı esnada, sair garsonların adeta “Yıh yıh, çok isterdim sipariş alıp masanı silmeyi ama benim masamda değilsin. Bekle senin garsonun gelsin. Eee, hayat da böyle değil midir? Doğru kişilerle doğru adımlar.” diyen bakışlarına maruz kalmaktan buhranlar geçiriyordum. (Abartıyorum evet.)
Bir süre sonra garson göründü ve ben arkadaşlarımın “Görmemişçesine ye!” promosyonlu pizza sipariş etmiş olmalarına duacı olarak, insan ve dinozor etsiz pizzamı sipariş ettim. Uyanık köylü zihniyetiyle bardakta servis yapılıp iki euro’ya satılan (Avrupa’ya gideceğim de yakın zamanda söylemesi ayıp, meh meh…) içecekleri ise bir kez daha esefle kınadım. Arkadaşlarımın seçimine duacıydım, çünkü herhangi başka bir promosyon sipariş etmiş olmaları halinde pizzalarını gözümün önünde zıkkımlanıp bitirdikten sonra bir yandan geğirdiklerini saklamaya çalışıp bir yandan da yan gözle bana bakarak “Ne zaman kalkacağız? E hadi sigara içsek.” gibi varoş cümleler kurma ihtimalleri beni ürkütüyordu. Ancak o anki koşullarda paralarını kuruşu kuruşuna karşılamaya yeminli olan dostlarımın bünyelerine dört yıllık karbonhidratı depolamadan o restoranı asla terk etmeyeceklerini gözlerindeki parıltıdan anlıyordum.
Nihayetinde artık gözüme daha yorgun ve tecrübeli görünen, zamanın kırbacını yiye yiye yüzündeki çizgiler artmış, sakalları uzamış ve saçlarında tek tük beyazlar çıkmış halde garsonumuz elinde bir çay tabağı ve üzerinde benim “küçük” pizzam olduğu halde geldi. Teşekkür ettim ve bu firmanın şubelerinde her zaman yaptığım gibi gelen pizzanın üstündeki malzemeleri saydım. Hayır, salam, soğan, sucuk gibi tür açısından değil; tane tane saydım. Adeta norm tablosunu çıkardım pizza malzemelerinin. (Sana da selam olsun, ey istatistik okuyan!)
Neyse ki tattığımda en azından lezzetli olduğunu fark ettim. Zaten fark eder etmez de tabağım boşaldı zira dilimdeki tat hücrelerinin beynime lezzet sinyallerini taşımasıyla pizzanın bitmesi takriben aynı zamana denk gelmişti. Doymadığımı anlayan biricik Asiye’m bütün toplum kurallarını adeta alt üst edip katıksız bir anarşizmle bana “Kıtlıktan çıkmış gibi ye!” promosyonundan iki dilim “çaldı”.
İşte her şey o an oldu…
Hayır be, garson görüp yasak olduğunu falan söylemedi. Ne kadar sığsın!
Yan masalardan bağırtılar, panik çığlıkları falan yükseldi. Ben “Ne oluyoruz ya? Üfff! Allah kahretsin, hani 2012’deydi? Lan daha yeni bir düzene oturtmuşuz hayatımızı bir dur lan!” diye varsayımlarda bulunduğum esnada kulağıma restoranda fare olduğuna dair bir şeyler çalındı.
Çoklarının aksine içimden “E olabilir, normaldir.” diye geçirirken herkesin radyasyona maruz kalmışçasına içlerindeki Uğur Dündar’ın su yüzüne çıkıp gözlerinin adeta bir çakmak, adeta bir mavi gibi parladığını görünce sessizliğimi korumayı yeğledim.
Ne var ki, birileri fare diye vaveylayı kopardığı halde cismani bir fare ortalıkta görülmüyordu. O an birkaç şey dikkatimi çekti. Birincisi, hala benim için bir söylenti olan fareye karşı beslediğim sempati, ikincisi diğerlerinin bu kadar panik yapmasına karşı duyduğum acımayla karışık hoşgörü ve sonuncusu tekrar Tiflis’e doğru sefere çıkmış olduklarından kıllandığım garsonların gizemli yok oluşları.
Birden, onu gördüm. Tanrı’nın işareti olan kutsal fareyi. Aşağı yukarı bir limon büyüklüğünde; adeta bir çipil, bir sevimli gibi bakan gözleri ve pıtırcık pıtırcık koşuşuyla sempati abidesi bir şey. Peki bu fareyi soydaşlarından ayıran neydi? Neden bu kutsaldı da diğerleri b.kla beraber anılıyordu? Yanıtı çok basit… Eğer sıradan bir fareyseniz, yemek için çöplükleri; hatta daha beteri, kanalizasyonu* seçersiniz. Ancak onca zehir ve dezenfektana (Çünkü Pizza Hut’ta haşereler ve küçük kemirgenler için bir önlem muhakkak alınıyordur.) rağmen damak tadını Pizza Hut’taki pizzalarla tatmin edebilen bir fare eğer Rattatouille değilse sadece kutsal olabilir. Çünkü dünyada Sinem Kobal’ın oyunculuk yapması kadar kabul edilemez bir şey daha varsa; o da Pizza Hut’ta bir farenin görülmesidir. O yüzden gördüğüm şeyi içselleştirmem başta çok zor oldu. Belki de bir hayaldi, bir halüsinasyondu? O fare hiç var olmamıştı ve Pizza Hut çalışanlarından biri şu anda sahibinin bir yandan burnunu çekip bir yandan eli kolu titreyerek altı morarmış gözlerini dört açıp fellik fellik aradığı halüsinojeni yanlışlıkla pizza hamuruna karıştırmıştı.
Bunları düşünürken şunu idrak ettim ki bu kadar orada olması imkansız olan bir canlı eğer ki Tanrı’nın işaretiyse; onu görebilmek de herkesin harcı değildi. Birkaç seçilmiş kişi; O’na en yakın bir avuç havariydi bu işareti görenler. Tanrı kullarından seçtiği birkaç aziz ve azizeyi sınamış; onların Pizza Hut’ta bir fare görmelerini sağlamıştı. Birkaçı elbette bu büyük yükü üstlenememiş, zaaflarının kurbanı olmuş, nefsine yenilerek “Ay! Fare var! Fare!” falan gibi efendim böyle alelade bir kulcağızın kuracağı; canlılara karşı yaradan tarafından emredilen sevgiden yoksun, ucuz; bir kutsanana hiç yakışmayan, yadım yadım yadırganası ibareler kullanmışlardı.
O an gülümsedim; başımın çevresinde melekleri, bembeyaz halemi ve O’na yakın olmanın yarattığı sıcaklığı hissettim. Tam “Arkadaşlar sakin olun, yüce babamızın hepimiz için bir planı var.” diye damardan girip oradaki herkesi bir anda durduracak; hatta ihtimal ki pek çoğunun gözlerini yaşartacak, belki sonrasında dizleri üstüne çöküp eteğimi öperek garsonun biraz önce gözleri boncuk boncuk yaşlarla dolarak getirdiği kolayı içmemi izlemelerini sağlayacak altın cümlemi kuracaktım ki; Anka’nın “Aa ben de gördüm! İşte orada!” sözleriyle irkildim.
O Anka ki dudağının kenarından mayonez ve kaşar sarkarken ağzından hamur parçaları fırlaya fırlaya; dişlerinin arasından salam ve zeytinler bize el sallaya sallaya bu cümleyi kurmuştu. Bu haliyle değil Mesihler Konseyimizin bir müdahili olması; Hayrabolu Kanaryaseverler Derneği’ne (HAK-DER) üye olması bile imkansızlar imkansızıydı. Bu durumda benim elimden de gerçekten Pizza Hut’ta bir fare gördüğümüzü kabullenmekten ve Rabb’ime isyan etmekten başka bir şey gelmiyordu.
Yine de bütün canlılara karşı duyduğum sevgi yumağına isyankar Rattaouille’u da dahil etmekten kendimi alıkoyamıyordum. Asiye’m protesto cümleleri arasında tarafımdan kurulan “Ama çok tatlı değil mi?” cümlesine katılmamış olacak ki, “Bebeğim bu ciddi bir konu ama.” diyerek o esnada bir pet shop’ta olmadığımızı bana anımsatıp kendime gelmemi sağladı.
Takriben bir farenin ömrü kadar zaman geçtikten sonra restoran müdürü teşrif ettiler. Tahmin ettiğim yaygara kopması ihtimalinin tam zıttı gerçekleşti, bütün müşteriler net ama sakin bir biçimde bunun ne denli büyük bir skandal olduğunu müdüre ifade ettiler. Aradan duyduğum “Ödemiyoruz!” cümlelerinin beni alıp götürdüğü Dario Fo oyunundan beni çıkaran Aang oldu. O an o da benim gibi silik ve pasifist hissetmiş olacak ki, ben hesap ödemek için aşağı inerken bana eşlik etti. Tam aşağıda kasanın yerini sorduğumda Zekiye üst kattan zebellah gibi inerek “Biz buraya bu akşam hesap ödemeyeceğiz!” dedi. Arkadan çipçiroz müdür gelip başıyla onaylayınca her ezilen ve hak arama özürlü Türk vatandaşı gibi kendimi bileğimin hakkıyla savunmuşçasına en çok sevinen yine ben oldum. Topuşup lokantadan bir daha oraya ayak basmamak üzere çıktık.
Yazının ana fikri: Hakkımızı her zaman savunmalıyız ve İstiklal caddesinden girdiğinizde yolun sağında kalan Pizza Rat’ten bir daha pizza yememeliyiz.
* “Kanalizasyon” demişken aklıma geldi. Okan Bayülgen’in filmi “BENCE” çok iyi ve işlenmesi gereken bir fikrin katlinden ibaret. Bkz: Oyunculuklar, Okan Bayülgen’in rezil performansı, replikler, 2010 yılında şiveyle güldürme çabası, Okan Bayülgen’in rezil performansı. (Bilerek iki kez yazdım.)


GRRHHAV!

9 Ocak 2010 Cumartesi

Baabaa!!



Bir önceki yazımda anlattığım- daha doğru tabirle "uzattığım" bürokrasi maceraları bundan iki gün önce de tekerrür etti fakat önceki yazımdaki cevvalliği yapıp uzun uzun kafa s..meyeceğim.



Asiye'm sağolsun doğum günümde kainatın bütün inceliği ve düşünceliliğiyle uçak bileti aldı bana. Yurt dışına, onun doğduğu kente gidip göreceğiz (Issız Adam'ı anımsayıp burun kıvıranlar yanarak ölsün). Tabii bu aylar önceden belliydi fakat benim kafama devlet kuşunun s.çacağı nispeten yeni bir haber olduğundan devlet bünyesindeyken yurt dışına çıkmanın ne kadar civcivli olduğuna dair bir fikrim düne kadar yoktu.



Bütün belgeler tamamlandı, okuldan alınacak bir tek belge kaldı. Yazının konusu bu olmadığından o belgeye dair sadece iki noktaya parmak basıp geçeceğim: Birincisi Milli Eğitim İlçe Müdürlüğü'ndeki şişman, çirkin, antipatik ve muhtemelen sağlıksız cinsel hayat mağduru bir tutuk zekalı (Bilimsel tabir olarak-hakaret değil.) personelin "Sen daha stajyersin, ne yurt dışı. Daha yeni atanmışsın, ne pasaportu." ve benzeri temelsiz, amaçsız, sadece çekememezlik ve fesatlık kaynaklı zırvaları ve müdürümün "Ben nereden bileyim?" temalı cümleleri. Zira ihtimal ki kimseye "Yurt dışına çıkma izin formu" doldurmamış olduğundan bana sanki resmi evraklar konusunda bir çakal, adeta bir bilirkişiymişimcesine bakıyordu. Temel bilgileri doldurduktan sonra pasaport numaramı bilmediğimden Tarçın'ı aradım. En büyük korkumun Tarçın'ın evde olmaması, bu yüzden pasaportumu bulamaması olduğunu sanırken daha büyük bir kabus gerçeklendi ve canım cocker'ım telefonu "Hmmmhhh" diye açtı. "Şimdi olmaz, tam şu anda olamaz" diye onun ağlıyor olmamasına -ki pek bir keyiflidir, neşelidir yazık- yönelik dua ederek "Tarçın uyuyor muydun?" dedim. Yanıt yarasaların sonarlarıyla algılayabilecekleri kadar düşük frekansta geldi fakat ben bunu bütün optimizmimle "Evet" olarak algılamayı yeğledim ve "Lütfen hemen uyan kendine gel ve bana pasaport numaramı oku!" dedim. Sağduyulu dostum numarayı okudu, teşekkür edip kapattım."Yurt dışına çıkma nedeni" kısmına geldiğimizde müdürle önce ekrana, sonra birbirimize uzun uzun baktık. Ben gerginliği atmak için öpüşmemiz gerekip gerekmeyeceğinin muhasebesini yaptığım esnada müdürüm "Eee ne yazacağız hocam?" dedi. Dünyanın en dürüst insanı olduğumdan "E hocam doğrusunu yazalım, 'Tiyatro ekibinin yurt dışı performansı gerekçesiyle' falan yazalım" dedim. Müdürümün "E tabi, burası Kaliforniya'da bir kolej değil mi?" diyen bakışlarını müteakip "İzin vermezler öyle hocam." dedi ve izin tarihleri yalnızca tatil günlerini içeren ve buna rağmen İlçe Milli Eğitim'e, okula ve kaymakamlığa onaylatmanız gereken (Çünkü sizin sömestre tatilinde nerede olduğunuzun derdi devleti de geriyor.) çetrefilli belgemize "Turistik gezi" yazmak konusunda hemfikir olduk.Neyse, bu belgeyi almak için önce okula gidip sonra milli eğitime geri gelmem; sonra bir kez daha milli eğitime gidip sonra tekrar okula gitmem gerekti vesaire...



O günün akşamında Asiye'min yönettiği (Ha ha, siz bizi öyle böyle kırmalar mı bellediydiniz?) oyunu izleyecektik ve plana göre ("According to plan"-Tim Burton'a saygı.) ben okuldan çıkar çıkmaz onunla buluşup oyunu izlemeye gidecektik. Lakin "Senin daha stajın kalkmamış." adamı ve onun gibi birtakım çatışmalardan kaynaklı gecikmem sebebiyle bir tanecik Asiye'mi de saatlerce o bomboş semtin saçma sokaklarında dolaşmak zorunda bıraktım.



Nihayetinde buluştuk, iki buçuk saate varan ürkütücü bir yolculuktan sonra şaşırtıcı güzellikte bir kültür merkezine ulaştık. O gece, Türk-Yunan Mübadele Derneği'nin kutlama gecesi vardı ve esas oyundan önce bir slayt gösterisi ve iki halk dansları gösterisi vardı. Anka ve ben, ekibin alaturka temalara burun kıvıran havalı ve bananeci unsurları olarak başta bu "varoş" gösteriyi izlemeye nazlanmıştıysak da sosyalleşmenin sadece bu kültür merkezinde mümkün olduğu bu ilçede iki kişi ne b.k yiyeceğimizi bilememenin korkusuyla Asiye'm ve Çilli'ye eşlik ederek salona girmeye karar verdik.



Salona girerken kapıda bizi Uykusuz'un "Bıyıklı Kadın"ı karşıladı. Entelektüel seyirci formatında kadına oyunun yönetmeni ve arkadaşları olduğumuzu ifade ettiğimiz esnada kafamdan geçen "Lütfen ama lütfen bu kadın lezbiyen olsun, bıyıkları var!" düşünceleri, kadının telefonda konuştuğu arkadaşına ".... Sen de bulmuşsun..." demesiyle bölündü ve evet, bu "Sen de bulmuşsun", o "Sen de bulmuşsun, güllüsünü arıyorsun." daki "Sen de bulmuşsun". Soğukkanlılıkla kahkahalarımızı oturacağımız koltuğa saklayıp salonda ilerledik.



Nihayet pek çok laik teyze ve amcanın arasındaki yerimize yerleştik. Slayt gösterisinde derneğin önceki etkinlikleri ve geleceğe yönelik çalışmalarını derneğin sosyaller sosyali başkanının çeşitli fotoğrafları ve görüntüleri eşliğinde izledik. Zaten sanırım derneğin bütün üyeleri sosyalliği ve "lider" sevgisi bendine sığmayıp taşan zatlardan ibaretti. Görüntülerde Atatürk'ün doğduğu evin fotoğrafının üstüne wordart'la yazılmış çok kırmızı ve çok ucuz "Atatürk'ün Evi" yazısının çapraz pozisyonda eklendiğini gördüğümüzde de ikinci şokumuzu yaşadık.



Slayt bitti, en büyüğü on beş yaşındaki çocuklardan oluşan halk oyunları ekibinin gösterisini izledik. Epey iyiydi, çok keyif aldık. Sonra bir şeyler ters gitti ve yetişkinlerin halk dansları gösterisi başladı. Öncelikle "genç" ekipteki Derya Baykal dikkatimi çekti. Hayır, elbette Derya Baykal'ın kendisi değildi sahnedeki. Saçmalamaya gerek yok, onun ölmeden önce günlük kullanıma açması gereken binlerce parlak boncuğu, eskimiş ve hayata onun elleriyle geri dönmeyi temenni eden aksesuarları, lüzumsuz bibloları ve zayi etmesi gereken yılları var. Bu kadar iş güç arasında onun kalkıp bir de halk oyunları ekibine girmesini temenni etmek tamahkarlık olurdu. Hayır dostlarım, burada bahsi geçen hanım orta yaşlılığı ve ne yazık ki kendini genç hissedişine ek olarak bir de utanmadan hayata sıkı sıkıya tutunuşuyla bir Derya Baykal franchisingiydi. "E bu yaşlı?" derken gecenin ikinci en kopuk adamı olan davulcu abiyle gecenin en kopuk birinci adamı "Recep" göze battı. İsmi belki Recep değildi, belki bir Tonguç, belki de Bünyamin'di; lakin o bizim Recep'imizdi. Zira yakın geçmişte bu isim hiçbir yaşam formuna bu denli yakışmamıştı.



Davulcu kontrolden çıkmış bir hezeyan içinde kendini dağıtır ve Recep'imiz ha bire ekipten farkını kah oyunculuğu (Çünkü o hem bir folklor dansçısı hem de oyuncuydu!) kah koreografiden kopup dikkat çektiği doğaçlamalarıyla sivrilirken yerden kılıçlar, kamalar ve tabancalar alındı- savaş karşıtı ben ve dostlarımın yüreğine bir gam düştü. Nihayet hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde mantar tabancaları patladı ve ben tam içimden cık-cıklarken sahneye makineden sis verilmeye başlandı ve hoparlörden silah ve savaş sesleri yükseldi. Mutlu mutlu halay çeken dansçıların üstün oyunculuk performanslarıyla birer armut, birer cevizmişçesine patır patır sahneye yığılmalarını izledik. "En son Recep düşecek." teorimin gerçeklenmesi beni şaşırtmadı. Hatta Recep ölmedi bile. Silah arkadaşlarının ölümünün acısıyla o ıstırap senin bu ıstırap benim sürüklenen Recep'im, edemedi sahnenin en önüne gelip ellerini havaya kaldırarak bir Bülent Ersoy'a dönüşüp "ALLLLAAAHHHHHHHHHHHHHH!!!!" alt metniyle kollarını sarstı. Asiye'm kulağıma eğilip sakince "Oyunculuğu oyuncular yapsın." dedi. Daha bu cilloplar cillobu cümlenin hazzına tam varamadan salon seyircinin alkışlarıyla yıkıldı. O dakikada, hayatımız boyunca daha önce aynı fikirde olmadığımız bu kadar çok insanla hiç aynı ortamda bulunmadığımızı idrak ettik. Seyirciden gazı da alan Sosyal Recep, nihayet dizlerinin üstüne çöktü, giysilerinin altından "mecburi" Türk bayrağını çıkarıp üstüne örttü ve oyunun başında kılıçları gördüğümüzde yaptığımız "Harakiri" esprisini göz göre göre gerçekledi; kendini öldürdü. Göz devirmekten gözlerimiz ağrımışken o an geldi...



O an...



Recep'in oğlunu oynayan çocuk elindeki mikrofona "BAAAABAAAAAA!!!" diye bağırdı. Bu ekibin genel problemiydi zaten, "mikrofona bağırma bozukluğu". Ajitasyon komasının eşiğindeki seyircilerin izlemesi gereken bir sonraki sahneyse içimden "Yo, hayır, yo, hayır, bu kadarını yapmazsınız, yok artık..." diye geçirmeme rağmen canlandırdıkları "Recep'in oğlunun önce kafasına Türk bayrağı örtüp sonra kendisini kamayla öldürmesi" sahnesiydi.



Benim görüşlerime göre hal-i hazırda aslında bebek bezi reklamlarındaki bebeklere yapılan dahi çocuk istismarı sayılırken resmen gözümüzün önünde "Gurur tablosu" adı altında on üç yaşında bir çocuğun kendini öldürmesi ve bu sahnenin alkış alması içimdeki "sahneye çıkıp ekibin halay başı olan Recep'i tokat manyağı yapma" arzusunu körükledi.



Bu ve benzeri ajitasyonlar eşliğinde nihayete eren halk oyunları gösterisinden sonra bir tanem, Asiye'min yönettiği oyunu izledik. Biraz önceki kabusu alkışlayan seyirciyi rezil etmek başta olmak üzere pek çok başarılı an bıraktı akıllarımızda "İzmir Tiyatrosu Artı". Evet, bu ekibin adı değil, sadece embesil sunucunun elindeki kağıda bildiğiniz latin alfabesiyle yazılmış olan "Tiyatro Artı İzmir"i okuyamama beceriksizliğinden kaynaklanan bir telaffuz hatası.



Önce içlerinde Aang ve Kemik'in de bulunduğu oyunu oynayan oyunculara, sonra bebeğim Asiye'me çok teşekkürler...



Hav!..

4 Ocak 2010 Pazartesi

Baykal Kent ve çinekoplar...



"Abi ben öyle mezun olur olmaz masa başında oturup, bürokrasiyle cebelleşip, geri zekalı kağıt işleriyle ömür çürütmeye başlayacak adam değilim. Yani ne bileyim; önce hayatı dolu dolu tatmak istiyorum anlatabiliyor muyum? Bak internetten bir sürü iş başvurusu yapıyorum (Yalan! Hepsini Asiye'm yapıyor.) uçakta hostluğa da başvurdum, callcenter'da müşteri temsilciliğine de, kahvecide garsonluğa da; artık bekliyorum; hangisi denk gelirse hayatım o yönde akacak. Hepsini de severek yapacağıma inanıyorum. Abi üç dört ay oldu okuldan çıkışımı alalı; yok mecburi hizmet, yok kamu personeli bik bik bik... Elime paramı alayım, ailem de sıkboğaz etmez artık gayrı; hem bir yandan tiyatro var, o da bir şey... " cümlelerini kurduğum hatıralar sararaktan dört bir yanımı, sabah yedide kalkıp elimde atandığıma dair belgelerle askerlik şubesine doğru yola çıkmamın üstünden iki hafta geçti yaklaşık. Sabah beşte yatıp hava kararmaya yakın uyanan, yarasalığın eşiğinde bir çift olarak Asiye'm elimden tuttu beni, "İki yıl askere çağırmayın" belgemi almaya götürdü. O hikayeleri uzun uzun anlatmanın alemi yok.

Neyse, ben bu belgeyi aldım; görev yerimi aramak üzere İstanbul'un en kendine "İstanbul" demekten imtina etmesi gereken semtine doğru yola çıktım. Takriben iki saat sonra yaklaştığımı hissedip teoride "oraların kurdu" olması gereken minibüs şoförlerine ne yöne gidebileceğimi sordum. Birbirlerine sanki ben demincek Hamdi Bey'in yeni teklifini sunmuşum gibi muhakeme ede ede, enine boyuna tarta tarta, uzuuun uzun baktılar. Bir iki "Şurada, yok şurada..." münakaşasından sonra yön gösteren bütün işaret parmaklarının momentini alıp tahmini bir doğrultuya yöneldim. Neyse ki minibüs şoförleri sağduyu sahibi insanlardı ve bilinçsiz bir şekilde (O sırada araçta olmadıklarından bilinçleri kapalı olacak.) beni sadece otuz metre uzaktaki okuluma yönlendirmek yerine bambaşka bir doğrultudaki münasebetsiz bir hicrete falan sokmadılar. Zira sonradan öğrenecektim ki bu ilçede insanlar kroki oluşturmak, takriben uzaklık tahmini, yön tarifi, gördükleri bir mekanın yerini kafalarında canlandırmak ya da en azından "yazı yazılan sağ, saat takılan sol" anekdotunu otuzlu yaşlarının sonlarında olsalar dahi anımsayabilmek konusunda bir çinekoptan daha becerikli değillerdi.


Neden sonra ilerledim ve karşımda o buram buram çocukluk, buram buram masumiyet, bir ana kucağı, bir kitap defter yumağı olan okulumun; muharebe yıllarından kalma, deprem ihtimaline karşılık "İkamete elverişsizdir" şeklinde bir rapora sahip olması halinde insana "Ohhh, iyi bari; devlet bu belli mi olur, neyse ki ilk kez mantıklı bir rapor yazmışlar." dedirtecek boyutta tipi kaymış, sıvası dökülmüş harabe duvarına asılı tabelasını gördüm. Yemin ederim binanın gerilerine falan da baktım "Belki burası kantindir." falan diye. Ama hayır... Resmen alemin akıllısı ben olduğum için rastgele her okulu yazmış ve yol boyunca yanından geçip yalvarırcasına tabelasında atandığım okulun adını görmeye çabaladığım onlarca "Hugh Jackman" fiziğine sahip okulu atlamış, kala kala bir "Baykal Kent"e kalmıştım. Evet, okulum fiziki yapısı itibariyle tam bir Baykal Kent'ti. Yalnız böyle beğenmediğimi, hor gördüğümü, halimden şikayetçi olduğumu düşünmeyin. Hani mezuniyet partisine ayıp olmasın diye yakın bir arkadaşınızla gitme kararı alırsınız da içten içe "İyi oldu, zaten belki onunla gitmeseydim yalnız gitmek zorunda kalırdım."diye geçirdiğiniz esnada sınıfın en taş hatunu/çocuğunun partiye yalnız geldiğini görüp biraz daha votka içme arzusu duyarsınız ya; işte benim okulum da o promilde bir etki yapıyor.


İçeri girdim. Kapıdaki yaklaşık elli santim boyunda; görev bilinciyle beyni kulağından akmış bir kız öğrenci "Abi adını soyadını yazıp imza atar mısın?" dedi. Henüz sivil olduğumdan öğrencinin bu patavatsızlığını hoş gördüm. "Kiminle görüşeceksiniz?" kısmına "müdür" yazarken hafiften kasıldığımı hissedip sessiz sessiz kendime küfretmeye başladığım esnada nöbetçi öğrencilerin de birbirlerine "Oooo, müdürle görüşecekmiş." "Müdür yardımcısı da değil haaa, müdür!!" diye cıvıldadıklarını duyunca "Kiminle görüşeceksiniz?" kısmına "Müdür!" yazmış olmanın haklı gururuyla "Neresi çocuklar müdür beyin odası?" diye sordum. Aşağıyı gösterdiler. Saplantılı bir biçimde (Bugün dahi) aslında hiçbir şey yapmadığı gerçeğini koridorlardan silmek için durmaksızın okulun en işlek yerlerini paspasla temizleyen hademenin yeni sildiği yerlere ayakkabımın taban alanını en minimum düzeyde kullanarak müdür beyin odasına gittim. Yerinde yoktu. Tekrar yukarı, beyni akan nöbetçinin yanına çıktım. "Müdür yardımcısının odası nerede peki?" diye sordum. Yukarıyı gösterdi.


Müdür yardımcısının odasına girdiğimde çok hüzünlendim. Sanki benim ilkokulumu alıp buraya monte etmişlerdi. Kolsuz (Fakat kendini koltuk olarak tanıtan), yeşil ve bordo, kare biçimli koltuklar yan yana dizilmiş. Demirbaş numaraları falan... Çok acı. Neden sonra acım müdür yardımcısının Nurhan Damcıoğlu kostümü parlaklığındaki cafcaflı takım elbisesinin ışıltısıyla dindi. Kendimi tanıttım. Beni o kadar abartılı bir sevinçle hoş buldu ki; o an hiçbir talebimin karşılanmayacağı, kimsenin beni iplemeyeceği, adeta "tın tın" bir okula atandığımı idrak ettim.


Birkaç belge işini ayarlamaya çalıştığımız esnada bana bir çay söyledi. (Evet, doğru tahmin. Beyaz üstüne kırmızı puantiyeli plastik altlığı olan ince belli cam bardak.) Sonra içeri bıyıklı, yaşı kırklarına yakın ama böyle daha genç gösteren, kelimenin tam anlamıyla "Pipi gösterilen amca" modeli bir öğretmen girdi. O kadar enerjik ve neşeliydi ki adımı öğrendikten hemen sonra anlattığı şu fıkrayı pek az garipsedim:


"Genç bir çocuk eczaneye gitmiş. Viagra istemiş. Eczacı ilacı vermiş fakat gencin bozuk parası olmadığından parayı bozdursun diye karşıdaki çerezciye el işareti yapıp genci oraya yönlendirmiş. Genç, çerezcinin yanına gitmiş. Parayı bozdurmuş, 'Ha bu arada eczacı varsa beş yüz lira rica etti demiş. Çerezci fıkranın gidişatı bozulmasın diye* bu saçmalar saçması teklifi kabul edip eczacıya el sallamış ve parayı vermiş. Genç tekrar eczaneye girip 'Parayı bozdurdum, buyrun. Yalnız çerezci beş yüz lira rica ediyor varsa." demiş. Eczacı da beş yıl okul okumuş bir zeka küpü olarak* nedenini sormadan çıkarıp parayı vermiş. Genç adam çıkıp gitmiş. Sonra çerezciyle eczacı yedikleri kazığı anlamışlar ama bir daha genci görememişler. Daha sonra yaşlı bir adam eczaneye girip Viagra istemiş. Yalnız parasını vermeden "Alıyorum ama acaba işe yarıyor mu eczacı bey?" demiş. Eczacı da bunun üstüne "Valla demin bir genç geldi daha ilacı kullanmadan beni de s..ti; çerezciyi de s..ti." demiş.

Bu şirin fıkranın ardından aslında erimiş olması gereken buzların üstünden kayarak belgelerin en civcivli kısmı olan bürokrasi meselesini halletmeye gittim.

Efendim, günümüzde devlete girip çalışmak için saat 08:30 - 16:30 saatleri arasında şunları yapmak durumundasınız:


Öncelikle kimsenin- ama HİÇKİMSENİN size kesin bir şey söylemediği, böyle helyum balonu gibi havalarda manasızca süzülmenize yol açan yanıtlar aldığınız, üstüne Gaelikçe ile Abazaca arası kozmopolit bir ağızla konuşan görevlilerle muhatap oluyorsunuz ve hayır, bulunduğunuz yer şehirlerarası otobüs terminali değil, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü. Orada saatlerce bekleyip iki parça kağıt alıyorsunuz ve sizi nev-i şahsına münhasır "MAL MÜDÜRLÜĞÜ"ne yolluyorlar. Yalnız öyle kolay kolay da yollamıyorlar. Danışmada duran ve ihtimal ki kafasındaki jölenin de etkisiyle biraz yavaş düşünen genç kamu görevlisi size:"Bak arkadaşım bir daha anlatıyorum: Bu yol yok mu? Bu yoldan düz gideceksin!" diye defalarca anlatıyor ama siz kamu personelice bilmediğinizden "Bu yol" kadar spesifik bir yol tarifini idrak edemiyorsunuz. Sonra "Bu yol" dan düz gidip- ki kastettiği şeyin "Kapıdan şıktığınızda karşı taraftaki okulun bitişiğinden devam edin, ışıklardan yolun karşısına geçtiğinizde elli metre ilerde sağda." anlamına geldiğini yeni anlamış oluyorsunuz; MAL MÜDÜRLÜĞÜ'ne varıyorsunuz. Orada "Siz" diye hitap ettiğiniz, bir dakikaya yedi yüz kelime sığdıran görevliden "Yahu yine mi öğretmen yollamışlar! Arkadaşım okulda göreve başladığına dair belgeyle atanma kararnameni al, mutemete teslim et!" diye azar yiyorsunuz. Bir yandan kafanızdan "'M&M’ acaba 'Mut ve Met'in kısaltması mı?" diye espri yaparken "Pardon göreve başlama kararnamemi nereye vereceğim?" diye sormanın canınıza mal olup olmayacağının muhakemesini yapmaya çalışıyorsunuz. Nihayet konuyu çözüme kavuşturup okula gidiyorsunuz fakat o da ne? Okuldan mutemete teslim edilmek üzere ekstradan iki belgenin daha noter onaylı örneğini istiyorlar. "Bu yakınlarda nerede noter bulabilirim?" sorunuz müdür yardımcısı odasında adeta bir "Chopstick mi? Onu nereden bulacağız?" etkisi yaratıyor. Sonra düşünüp tartıp sizi tekrar şehir merkezine yollamaya karar veriyorlar. Gidip noterde belgeleri onaylatıyorsunuz ve veznedeki kız bir yandan utanmadan size yavşarken bir yandan "Borcunuz otuz sekiz lira." diyor. İki kağıt parçasını alıp Bilmemnerenin Bilmemkaçıncı noteri adına Bilmemkim Bilmemkim'in mazbut poposuna duhul edesiniz geliyor zira fiyatın fahişliğinden öte yanınızda nakit otuz sekiz lira bulundurmayı düşünmemiş olmanız sizin salaklığınız sayıldığından en "yakındaki" size uygun bankayı aramaya başlıyorsunuz. İşte yöre halkının çinekopluğu burada başlıyor. Herkes sizi bir başka yere yönlendirirken daha ziyade genç ve çürümemiş dimağlar arıyorsunuz fakat heyhat! Onların beyni de vajina arzusuyla kavrulmuş. Nihayetinde ha burada, ha yaklaştım diye diye bir buçuk saat yol yürüyüp okulun yakınlarından geçerken aslında görev yerinizin etrafında ne çok noter olduğunu şaşkınlıkla karşılıyorsunuz. Sonra bankaya ulaştığınızda iki adet çok yorgun bacak, bir adet içinizden taşan noter kapanmadan yetişme paniği ve bir adet de çok gelişmiş küfür haznesiyle dolmuşa binip gittiğiniz yolu geri dönüyorsunuz. Noterden iki parça kağıda kırk lira kösülerek çıkıyor ve okula varıyorsunuz fakat işleriniz bitti mi?

Hayır!

Biten tek şey mesai saati.

"Pazartesi halledersin Benekli!"


Sonra pazartesi oluyor ve geberesice mutemet'e belgeleri teslim ediyorsunuz. Okulda mı? Hayır. Şehir merkezinde Hugh Jackman bir okulda. Sonra bir banka bulup yine bir iki saat sıra bekliyor ve maaş kartı başvurusu yapıyorsunuz. Aynı yoldan iki vesaitle okulunuza doğru giderken yolda inip Sosyal Güvenlik Kurumu'nu dört kişiye sorarak buluyor ve sigortanızı üç saatlik bir bekleme süresinin ardından nihayet sorunsuzca hallediyorsunuz.


Hayırlı mesailer...

* Bu kısımları ben doğaçladım.

HAV!

2 Ocak 2010 Cumartesi

İki dil, bir deha!



2010'a yaptığımız hareketli girişin ardından biraz durulmak adına Asiye, ben, Anka, Kıtmir ve Tarçın; adeta birer k.di gibi (Küfürleri sansürleme yemini) yayıldık ve ikindi ezanına kadar süren bir brunch yaptık.

Yılın ilk gününün verdiği şevkle zamanımızı nasıl değerlendirelim diye konuşurken gözlerimizden okunan "Bebeğim ikimiz de biliyoruz ki biz hayatta bugün k.çımızı kaldırıp bir şey yapmayız." bakışlarına sadık kalıp film izlemeye karar verdik. Film izleme kararını hayata geçirmeye daha başlamadan Asiye'den cılız bir "Dışarı çıkıp koşalım, dibine işenecek nice ağaçlar, koklanacak nice popolar, amaçsızca kovalanacak nice k.diler var." teklifi geldi ancak benim bariz tepkisizliğim ve Kıtmir'le Tarçın'ın aniden kulaklarımızda çınlayan dışarı çıkıp gezme planlarına ek olarak bizim günler süren rahibelik sürecimizi de göz önünde bulundurunca evin kapıları otomatik olarak içerden kilitlendi.

Dördümüz Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan'ın yönettiği "İki Dil Bir Bavul"u izlemeye başladık. Biz filme başlamadan Anka evinde gitmişti, sonra Tarçın ve Kıtmir çıktı.

Film hakikaten izlenesi. Beyniniz Hollywood yapımlarından jöleye dönüşmemişse ve Avatar'dan çıktığınızda (Dipnot: Filmin isim hakkını b.k varmış gibi on dört yıl önce alıp M. Night Shylaman'ı herkesin asıl Avatar diye bildiği 'Avatar the Last Airbender'ı "The Last Airbender" ismiyle piyasaya çıkarmak zorunda bırakan James Cameron'ı esefle kınıyorum.) "Konu klişeydi ama efektler iyiydi." demişliğiniz varsa İki Dil Bir Bavul'u izleyiniz.

Ne var ki başlıkta adı geçen "deha" Orhan Eskiköy-Özgür Doğan ikilisi değil. Çağımızın yönetmeni Çağan Irmak. İki Dil Bir Bavul'dan sonra Tarçın ve Kıtmir'i bekleyip üstadın son filmi "Karanlıktakiler"i izlemeye karar verdik.

Size neler hissettiğimi şöyle ifade edeyim: Hani erkekler lise son sınıfta saçını uzatmaya, günümüzde kızlar ugg (Şu kanguru derisi olduğu iddia edilen botlar -ki kanguru derisi çağımızda olmazsa olmaz bir ihtiyaç çünkü biliyorsunuz buzul çağında yaşıyoruz!-) giymeye, devlet büyükleri kapalı yerlerde sigarayı yasaklamaya ya da ne bileyim, İsmail YK müzik yapmaya karar verir ve bunlar aslında insanoğlunun evrimini aksi yönde etkileyen fenomenlerdir ya; işte bizim bu filmi izleme kararımız da aynı doğrultudaymış; bilemedik.

Utanarak itiraf ediyorum ki filme feci önyargılı başladım çünkü daha insanlar Issız Adam'ın aslında yönetmenin bizzat kendisi olduğunu ve Ada isminin hem bayanlara hem erkeklere konduğunu, fakat meselenin bu olmadığını, başka bir şey olduğunu, Çağan Irmak'la ilgili bir şey olduğunu, artık anlayın olduğunu- neyse; işte bütün bunları idrak edemeden "Karanlıktakiler" peydah oluverdi ve insanlar "Ne oluyor?" dedi. Ben dedim en azından.

Velhasılıkelam, film başladı; bilindik Çağan Irmak saplantıları; küçük "ERKEK" çocuklar, çocukların o kadar da masum olmamaları, baba figürünün ortada olmaması, olanın da silik olması, erkek çocuğunun annesiyle sorunları olması ve dominant annesinden gizlice nefret etmesi; kadının zaten kopuk olması ve benzeri bin tane terane... "Bakalım" dedim "neyi istismar edip fondan hangi müziği dayayarak ağlatacak?"... Ağlatmadı...

Keşke ağlatsaydı.

Efendim bu aslında sündürülmüş bir kısa filmdir ve üniversitede bitirme tezi olarak sunulabilecek çok da parlak olmayan bir projenin ite kaka bir buçuk saatlik filme dönüştürülmesi galaksimizde yazılı olmayan kanunlarca yasaklanmıştır.

Bir de... Be DEHA! Sen zamanında "Mustafa Hakkında Her Şey"i çekmişsin, "Ulak"ı çekmişsin... Karın ağrın ne ki aslında Manhattan'da yaşıyor olması gereken karakterleri alıp Taksim'in orta yerine yapıştıran (Issız Adam İstanbul'da geçiyor olamaz arkadaşlar. Ben beş yıldır buradayım daha sinema filmlerine, dizilere kostüm tasarlamaktan sıkılıp kendini -eşcinsellik alt metni olsun diye bu arada. Dolaptan çıkınız!*- kız çocuklarına kovboy kostümü dikip kiralamaya ADAyan ve bu işten cehennem gibi para kazanıp öyle bir evde oturabilecek kadar b.ku boncuklu insan evladı görmedim. Görsem evlenirdim.) veya bütüüüüüüüün filmde tek bir kırılma noktası varken bunu kainatın en sürpriz sonuymuş gibi lanse etmeye çalışan yapımlarla kariyerine s.çıyorsun?

Çok istiyorsanız buyrun izleyin. Yalnız benim görüşlerime katılırsanız muhakkak www .karanliktakileriyirmibesincidakikadansonrailerisararakizledimsonundaanaaaaaaaaabumuymusdedim .com adresine girip yorum bırakınız.

İyi seyirler.

*DOLAPTAN ÇIKINIZ!

Not: Teknik desteği dolayısıyla Asiye'me bin teşekkür.
Grrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr..........

Sıkılıyorduk ve saat 20:40'ta 2010'dan geriye saymaya başladık...





Yalnız şöyle ilginç bir şey var ki, bir şehir efsanesi şu an itibariyle kendini gerçekleştirmiş bulunuyor...

Hani pek çoğunuza tanıdık gelecektir. Şu an buraya yazmak istemediğim ancak İsa doğup da her yılın 31 aralığında yeni yıl kutlanmaya başlayalıberi takriben on yıl içerisinde demode olan ve M.S. 11 yılında yapıldığında karşısındakinin kırılması asla umursanmaksızın suratlar ekşitilip "ÖÖÖÖÖFFFF!" denilen o "Hadi seneye..." ile başlayan melanetli şaka vardır ya (Ki esef içinde belirtirim ki çalıştığım kurumdaki üstlerim tarafından bu yıl kontrolsüzce ciddi bir biçimde bu şakaya maruz bırakılmışlığım, üstüne "Bu şaka da hep yapılır değil mi, ehikki hikkkikki" diye arlanmazcasına gülmek zorunda olmuşluğum da vardır); işte o şakadan sonra en büyük ikinci klişe olan "Ya abi aslında var ya, yeni yıla hep böyle beklentiyle giriliyor ya; hani hep süper geçecek falan diye hazırlıklar yapılıyor ya; ondan bak bütün yılbaşları sıkıcı geçmiştir. Düşün bir bak..." şeklinde peydah olan ve kıymetli zamanlarımızın yaklaşık dört saatini katleden bu geyik muhabbeti, bu yıl (da) tarafımdan yapılmış olabilir.

Ne var ki konu bu değil; işe yaraması. Yani plansız programsız; Daisy'nin kocasıyla bir olup iki hafta boyunca "N'apıyoruz? N'apıyoruz? N'apıyoruz? Karaoke yapalım; şarkı söyleyelim, planınız yok mu? Hadi plan yapalım" diyerek pire tasmama ne kadar salyası varsa akıtmasına rağmen ayın otuzuna kadar "Ne bilelim, sadece evden çıkmayacağız; bu kadarını biliyoruz." dan ibaret olan (Tabii, Asiye'nin sarışınlığı gibi acarlığı da gözden kaçmayan, sosyal arkadaşı Çilli'nin yedi düveli Asiyelerde toplanmak üzere 'Ev partisi' başlığıyla davet etmesiyle bizi de artık bir plana dahil kılan girişimini saymazsak.) program(sızlığ)ımız aniden cevvalcesine işledi ve kendimizi karaokeler yapılan, türküler söylenen, Lady Gaga eşliğinde dans edilen, tam iki, İKİ kez "Buraları yıkılıyo... Bıyıklı takılıyo" söylenen -ki performanslardan biri bizzat Çilli'ye aittir ve elimizde kaydı da vardır, ayaklar bundan gayrı denk alınmalıdır- bol alkollü, maytaplı falan bir eğlenceye dönüştü.

İyi ki de oldu.

En büyük korkum olan "Yılbaşı gecesi şişe çevirmecesi" olmadı; ucuz atlattık. Gerçi bu, arkadaşlık sınırlarının o üflenen, parlak fırfırdayan şeylerle taciz edilip inceden aşılmasına engel miydi? ASLA!!! Yine popolar koklandı; kimi noktalarda üstüne çıkmaya çalışmalar yaşandı. Bilhassa Karabaş'ın coşumculuğu gözden kaçmadı. Ondan yüz bulan ben de doğamın getirdiği birtakım köpekliklere yenik düştüm. Kendimi suçlu hissetmeye başladığımda ise bir baktım ki Anka; benim uyumlu, benim müşfik, benim kah dadı, kah mütecaviz ve zavallı genç kızı sahnelerde canlandırmış, benim adeta bir Münir Özkul olan Anka'm Nil Karaibrağamgil'e dönüşmüş; eller kollar üstünde! "Hepinizi çok seviyorum biliyor musunuz? Seni çok seviyorum, seni de çok seviyorum...(On beş kişilik partideki herkese bıkmadan usanmadan bunu tekrarlar...)...seni de çok seviyorum." dedikten sonra kulak mememi yalamasının yarattığı çekincem; bir süre sonra ortadan kaybolduğunda "Anam nerde ya bu kız?" paniğini müteakip Asiye'yle benim odamda onu Birg'le mışılcasına uyurken görmemle sona erdi. İkisi de masumdu, temizdi, paktı... Bilhassa Birg; bana beşinci cinimde "Benekli bak enerji tonik yaptım, tadına bak, çok güzel." diyen Birg, hepsinin içinde en Ayşecik'i, en Desdemona'sı ve şüphesiz en Hafize Ana'sıydı.

Nihayetinde, hayatımdaki en güzel yılbaşı partisinin bir şehir efsanesini de bünyesinde barındırmasının yaşattığı buruk tat ile [YAZAR BURADA EDEBİYAT YAPMAYA ÇALIŞMIŞ VE SAHİBİ TARAFINDAN KAFASINA GAZETEYLE VURULARAK SANSÜRLENMİŞTİR.]

2009 güzelliğiyle gitti, 2010 daha iyi olacak.
NOT: Teknik desteği dolayısıyla Asiye'me bin teşekkür.

Hav!

Adı geçecek olan dostlar...

Şimdi iyi güzel, blog yazacağım da "Asiye" dediğimde "Kim le bu Asiye?" diye sormamanıza hizmet etmesi açısından birkaç arkadaşımı burada size tanıtacağım.


Bu, en eski dostlarımdan "Fırfır"...


Bu soğuğumsu güzel "Zekiye"...



Bu narin arkadaş "Kabak",



Bu da Kabak'ın kulübesini paylaştığı, spaniellerin cana yakınlığı ve hareketliliğine dair yargıları altüst eden hafiften depresif dostum "Şarap"




Bu yavru, masumiyet katsayısı esasen resimde göründüğüyle tamamen ters orantılı olan "Çilli";




Bu da, sevecenler seveceni Anka;



Bu havalı tazının adı "Birg"; nefes borusundaki bir problem yüzünden "Börk, börk" diye havladığı için bu ismi almış.




Dişi olmasına rağmen seksist yaklaşmaktan imtina eden sahipleri bu modern tavırlarına karşın sevgili arkadaşıma "Karabaş" ismini koymaktan çekinmeyecek kadar fütursuz davranabilmişlerdir.






Sevgi dolu dostum Daisy (... ve evet, adı "Daisy" olan bir köpeği papatyaların arasında fotoğraflayacak kadar sığ tanıdıkları var.)





Bu da Daisy'nin yareni Havuç.




Alttaki canım dostuma da bütün talihsiz Cocker'lar gibi "Tarçın" ismi kondu...




Bu yakışıklı Polly,




İşte bu cimcime de Hussy. En yakın arkadaşım. Polly'nin eşi oluyor.





Bu Asiye; kendisi sevdiğim, yarim, biriciğim, ayrılmaz parçamdır.






Bu da ben, sahibim geri zekalı ve düz mantık sahibi bir insan olarak adımı "Benekli" koymayı uygun gördü.











E o zaman ağızlıklar takılsın; oyun başlasın...




HAV!

BLOG ANDI

Değerli okurlar;
Bu günlüğü yazdığım müddetçe,
- Asla yapay, samimiyetsiz, sakil ifadeler kullanmayacağıma;
- Anlatım bozukluğu, yazım ve/veya noktalama yanlışı yapmayacağıma;
- Kendimi başka blog yazarlarıyla karşılaştırıp, benden daha iyi olanları gördükçe "Olsun, benim de kendimce bir tarzım var" çirkefliğine yatmayacağıma;
- Fikrime katılmayanların "kemik"lerini eklemezlik yapmayacağıma;
- Bütün küfürleri sansürleyeceğime;
- Ergen moduna girip hayatın anlamsızlığından, oturup bir şeyleri ciddi ciddi tartışmanın ehemmiyetinden, şimdi gülünecek, t...kları serinletecek zaman olmadığından dem vurmayacağıma;
- İki nokta üst üste-parantez, eşittir-parantez, iki nokta üst üste-büyük d, iki nokta üst üste-büyük s ve benzeri ifadelerle anlatımımı güçlendirmeye çalışmayacağıma;
- Dil, din, ırk, mezhep, cinsiyet, cinsel yönelim, inanç ayrımı yapmayacağıma; ama ayrım yapanlara da ööööyle malak gibi bakmayacağıma;
- Övgüden çoğalıp yergiden azalmayacağıma and içerim!

HAV!

1 Ocak 2010 Cuma

NIHAHHAHHHAV!

Canlar;
Yıllar süren uzun kurgular ve planlamalardan sonra yaşama dair neredeyse tek amacım olan blog açma arzumu hayata geçirmiş bulunuyor; neden bahsedebileceğim konusunda bir karara varmış olmanın bahtiyarlığı içinde artık sabahları güne sevinç dolu bir tebessümle başlamayı temenni ediyorum.

Aslında k.çımı kaldırıp bugün yazmaya başladığım şu zavallı günlüğe bir yıl öncesinde başlamış olsaydım artık 657'ye tabii bir memur olduğum gerçeğinin ortaya çıkardığı sıkıcılıktan bir nebze olsun kendimi kurtarabilir; belki de ortalığı ayağa kaldıracak; okuyanların akıllarına durgunluk verecek, "Yahu sen nasıl bir insansın, yalvarırım sırrını söyle" içerikli söyleşiler yapmak üzere televizyona falan çıkabilirdim. Fakat biraz böyle pazartesi diyete başlama, ayın birinde sigarayı bırakma, yumurtayla ekmek parçası eşitliğini sağlama, denizden çıkınca tuzlu tuzlu havluya temas etmeyip duşu bekleme adamı olduğum için, keskin bir tarih de bulamadım; bulduğumda motive de olamadım. Nihayet hazır dedim hem yeni bir yılın başı; hem de 2010 böyle yuvarlak gibi... 2000'de on üç yaşında bir ergen olarak hem insan içine çıkmama mani olacak yazılar yazıyor olmamak hem de kimin okuyacağı belli olmayan bir günlükte "AİLEMDEN NEFFFFFRET EDİYORUM!!! BENİ ASLA ANLAMADILAR VE ASLA ANLAMAYACAKLAR!!! AYRICA BABAM BANYODAN ÇIKINCA DON DEĞİŞTİRMİYOR!" gibisinden kimseyi ilgilendirmediğini düşünebilmek için Einstein olmanın gerekmediği mevzuularla "Kainatın en sıkıcı yirmi ergeni" sıralamasında zirveyi zorlamanın alemi yok diye düşündüm. Ne var ki şimdi de Bilal Erdoğan olmadığım için (Vuuuuuuv!!! Siyasi espri falan ayağı!) hayatımda heyecana, entrikaya, kırılma noktalarına dair pek az ayrıntı kalmış olmasından sebep; belki hiçkimseyi ilgilendirmeyecek, bir ihtimal de okuyanlara "Keşke buna ayıracağım zamanı 'Küstüm Show' izlemeye falan ayırsaydım" dedirtecek tıynetsizlikte bir günlüğe de dönüşebilir; zaman gösterir.

Hav!