Bu; bilgisayar, internet ve motivasyon eksikliklerinin kombinasyonundan kaynaklanan, istemsiz gecikmeyle yazılmış bir yazıdır.
Geçtiğimiz haftalarda Asiye’m, ben, Anka, Zekiye ve Asiye’min iki arkadaşı Aang ve Kemik toplaşıp İstiklal’deki Pizza Hut’a oturduk.
Maddi açıdan birer holding lideri sayılmayan arkadaşlarım mama olarak “Yiyebildiğin kadar ye!” promosyonunu seçtiler. Ben de o gün artık malum mu oldu, ermenin kıyısından geçtim de fark mı etmedim bilemiyorum; dedim ki, “Şimdiye kadar ben hep buranın, rakipleri olan Little Caesars ve Domino’s’tan daha kötü pizza yaptığına dair bir önyargı geliştirdim fakat hep promosyonlu menülerden istifade ettim; acaba şu kimsenin menüyü eline aldığında doğru düzgün bakmaya bile yeltenmediği o ’pahalı’ pizzalar nasıldır?” Şu an adını anımsayamadığım fakat menüde yazdığı üzere içinde insan ve dinozor etinden başka aşağı yukarı her şeyin olduğu, sanırım “Supreme”li bir isimle anılan pizzadan fakir olduğum için küçük boy bir tane seçtim.
Ne var ki cevval garson, proleter kişiliğine yakıştıramadığım (Evet, garsonun yanında; patronun karşısında bir kişiliğe sahip olmak bir köpekten beklenmeyecek bir tavır olabilir ancak zamanında garsonluk yapmış köpekler kimi zaman içlerinde bir efendim Çegevera, bir Deniz Gezmiş barındırabilirler.) Tekrar aç parantez. (Ben de biliyorum onun ‘Che Guevara’ diye yazıldığını. Kapa parantez.) bir sığlıkla sırf karışık kuruşuk söylendi diye adisyona dıravdan beş tane “Gözün doyana kadar ye!” promosyonu yazdıktan sonra umarsızca çekip gitmiş, kendisinden uzun süre bir daha haber alınamamıştı. Asiye’min canı yemek istemiyordu, o yüzden bizimkilere “Niye beş tane yazdı bu adam?” soruma cevap olarak “Sana da bizimkinden yazdı.” cümlesini duyunca çok içerledim ve içerlediğimde içimdeki “Laik teyze”, Asiye’nin tabiriyle “Bostanlı teyzesi” dışarı çıkabiliyor. Bu terimi daha sonra açıklamaya gayret edeceğim.
Ne var ki daha ben bütün yoldaşlık bilincim ve garsonseverliğimi bir kenara bırakıp; kalkmış kaşlarım ve baygın gözlerimin aşağılayıcılığına eşlik eden çok minik bir el hareketiyle garson’a “Senin dikkatini çekmek için bu kadar uğraşabilirim. Görüp görmemen benim problemim değil!” dercesine “Pardon!” diye seslenmeden; az önce aç olmadığını söyleyen Asiye’min “Tamam, değiştirme siparişi ben yerim ‘Güvercin gibi ye!’ promosyonundan.” demesi üzerine küçük bir şok atlatıp bir yandan karşımda Gargantua gibi önlerine çıkan bütün canlıları çiğnemeden yutarken sevinç içinde kuyruk sallayan dostlarımı izleyip bir yandan Tiflis’e doğru yola çıkmış olma ihtimalini değerlendirdiğim garsonu beklemeye başladım. Hal-i hazırda imece usulü servis yapan mekanlarda bile garsonlar aynı anda cisimlenmiş (Bkz: Harry Potter) gibi ortadan kaybolma alışkanlıklarını gün be gün geliştirirken, Pizza Hut gibi mekanlarda masaların garsonlara pay edilmesi ve bir garsonun başka bir garsonun masasıyla ilgilenmiyor olması prensibi yüzünden hafif bir gerginlik yaşadım. Zira diğer masalar Stuffed Mouse’larını yuvarlarken ve neşe içinde şad olurken, yaş mamaya saldırır gibi tıkınan dostları tarafından önüne kullanılmış peçeteler (Şirket prensibi gereği kişi başı bir tane verilenlerden.) ve boş ketçap-mayonez paketlerinin bırakıldığı esnada, sair garsonların adeta “Yıh yıh, çok isterdim sipariş alıp masanı silmeyi ama benim masamda değilsin. Bekle senin garsonun gelsin. Eee, hayat da böyle değil midir? Doğru kişilerle doğru adımlar.” diyen bakışlarına maruz kalmaktan buhranlar geçiriyordum. (Abartıyorum evet.)
Bir süre sonra garson göründü ve ben arkadaşlarımın “Görmemişçesine ye!” promosyonlu pizza sipariş etmiş olmalarına duacı olarak, insan ve dinozor etsiz pizzamı sipariş ettim. Uyanık köylü zihniyetiyle bardakta servis yapılıp iki euro’ya satılan (Avrupa’ya gideceğim de yakın zamanda söylemesi ayıp, meh meh…) içecekleri ise bir kez daha esefle kınadım. Arkadaşlarımın seçimine duacıydım, çünkü herhangi başka bir promosyon sipariş etmiş olmaları halinde pizzalarını gözümün önünde zıkkımlanıp bitirdikten sonra bir yandan geğirdiklerini saklamaya çalışıp bir yandan da yan gözle bana bakarak “Ne zaman kalkacağız? E hadi sigara içsek.” gibi varoş cümleler kurma ihtimalleri beni ürkütüyordu. Ancak o anki koşullarda paralarını kuruşu kuruşuna karşılamaya yeminli olan dostlarımın bünyelerine dört yıllık karbonhidratı depolamadan o restoranı asla terk etmeyeceklerini gözlerindeki parıltıdan anlıyordum.
Nihayetinde artık gözüme daha yorgun ve tecrübeli görünen, zamanın kırbacını yiye yiye yüzündeki çizgiler artmış, sakalları uzamış ve saçlarında tek tük beyazlar çıkmış halde garsonumuz elinde bir çay tabağı ve üzerinde benim “küçük” pizzam olduğu halde geldi. Teşekkür ettim ve bu firmanın şubelerinde her zaman yaptığım gibi gelen pizzanın üstündeki malzemeleri saydım. Hayır, salam, soğan, sucuk gibi tür açısından değil; tane tane saydım. Adeta norm tablosunu çıkardım pizza malzemelerinin. (Sana da selam olsun, ey istatistik okuyan!)
Neyse ki tattığımda en azından lezzetli olduğunu fark ettim. Zaten fark eder etmez de tabağım boşaldı zira dilimdeki tat hücrelerinin beynime lezzet sinyallerini taşımasıyla pizzanın bitmesi takriben aynı zamana denk gelmişti. Doymadığımı anlayan biricik Asiye’m bütün toplum kurallarını adeta alt üst edip katıksız bir anarşizmle bana “Kıtlıktan çıkmış gibi ye!” promosyonundan iki dilim “çaldı”.
İşte her şey o an oldu…
Hayır be, garson görüp yasak olduğunu falan söylemedi. Ne kadar sığsın!
Yan masalardan bağırtılar, panik çığlıkları falan yükseldi. Ben “Ne oluyoruz ya? Üfff! Allah kahretsin, hani 2012’deydi? Lan daha yeni bir düzene oturtmuşuz hayatımızı bir dur lan!” diye varsayımlarda bulunduğum esnada kulağıma restoranda fare olduğuna dair bir şeyler çalındı.
Çoklarının aksine içimden “E olabilir, normaldir.” diye geçirirken herkesin radyasyona maruz kalmışçasına içlerindeki Uğur Dündar’ın su yüzüne çıkıp gözlerinin adeta bir çakmak, adeta bir mavi gibi parladığını görünce sessizliğimi korumayı yeğledim.
Ne var ki, birileri fare diye vaveylayı kopardığı halde cismani bir fare ortalıkta görülmüyordu. O an birkaç şey dikkatimi çekti. Birincisi, hala benim için bir söylenti olan fareye karşı beslediğim sempati, ikincisi diğerlerinin bu kadar panik yapmasına karşı duyduğum acımayla karışık hoşgörü ve sonuncusu tekrar Tiflis’e doğru sefere çıkmış olduklarından kıllandığım garsonların gizemli yok oluşları.
Birden, onu gördüm. Tanrı’nın işareti olan kutsal fareyi. Aşağı yukarı bir limon büyüklüğünde; adeta bir çipil, bir sevimli gibi bakan gözleri ve pıtırcık pıtırcık koşuşuyla sempati abidesi bir şey. Peki bu fareyi soydaşlarından ayıran neydi? Neden bu kutsaldı da diğerleri b.kla beraber anılıyordu? Yanıtı çok basit… Eğer sıradan bir fareyseniz, yemek için çöplükleri; hatta daha beteri, kanalizasyonu* seçersiniz. Ancak onca zehir ve dezenfektana (Çünkü Pizza Hut’ta haşereler ve küçük kemirgenler için bir önlem muhakkak alınıyordur.) rağmen damak tadını Pizza Hut’taki pizzalarla tatmin edebilen bir fare eğer Rattatouille değilse sadece kutsal olabilir. Çünkü dünyada Sinem Kobal’ın oyunculuk yapması kadar kabul edilemez bir şey daha varsa; o da Pizza Hut’ta bir farenin görülmesidir. O yüzden gördüğüm şeyi içselleştirmem başta çok zor oldu. Belki de bir hayaldi, bir halüsinasyondu? O fare hiç var olmamıştı ve Pizza Hut çalışanlarından biri şu anda sahibinin bir yandan burnunu çekip bir yandan eli kolu titreyerek altı morarmış gözlerini dört açıp fellik fellik aradığı halüsinojeni yanlışlıkla pizza hamuruna karıştırmıştı.
Bunları düşünürken şunu idrak ettim ki bu kadar orada olması imkansız olan bir canlı eğer ki Tanrı’nın işaretiyse; onu görebilmek de herkesin harcı değildi. Birkaç seçilmiş kişi; O’na en yakın bir avuç havariydi bu işareti görenler. Tanrı kullarından seçtiği birkaç aziz ve azizeyi sınamış; onların Pizza Hut’ta bir fare görmelerini sağlamıştı. Birkaçı elbette bu büyük yükü üstlenememiş, zaaflarının kurbanı olmuş, nefsine yenilerek “Ay! Fare var! Fare!” falan gibi efendim böyle alelade bir kulcağızın kuracağı; canlılara karşı yaradan tarafından emredilen sevgiden yoksun, ucuz; bir kutsanana hiç yakışmayan, yadım yadım yadırganası ibareler kullanmışlardı.
O an gülümsedim; başımın çevresinde melekleri, bembeyaz halemi ve O’na yakın olmanın yarattığı sıcaklığı hissettim. Tam “Arkadaşlar sakin olun, yüce babamızın hepimiz için bir planı var.” diye damardan girip oradaki herkesi bir anda durduracak; hatta ihtimal ki pek çoğunun gözlerini yaşartacak, belki sonrasında dizleri üstüne çöküp eteğimi öperek garsonun biraz önce gözleri boncuk boncuk yaşlarla dolarak getirdiği kolayı içmemi izlemelerini sağlayacak altın cümlemi kuracaktım ki; Anka’nın “Aa ben de gördüm! İşte orada!” sözleriyle irkildim.
O Anka ki dudağının kenarından mayonez ve kaşar sarkarken ağzından hamur parçaları fırlaya fırlaya; dişlerinin arasından salam ve zeytinler bize el sallaya sallaya bu cümleyi kurmuştu. Bu haliyle değil Mesihler Konseyimizin bir müdahili olması; Hayrabolu Kanaryaseverler Derneği’ne (HAK-DER) üye olması bile imkansızlar imkansızıydı. Bu durumda benim elimden de gerçekten Pizza Hut’ta bir fare gördüğümüzü kabullenmekten ve Rabb’ime isyan etmekten başka bir şey gelmiyordu.
Yine de bütün canlılara karşı duyduğum sevgi yumağına isyankar Rattaouille’u da dahil etmekten kendimi alıkoyamıyordum. Asiye’m protesto cümleleri arasında tarafımdan kurulan “Ama çok tatlı değil mi?” cümlesine katılmamış olacak ki, “Bebeğim bu ciddi bir konu ama.” diyerek o esnada bir pet shop’ta olmadığımızı bana anımsatıp kendime gelmemi sağladı.
Takriben bir farenin ömrü kadar zaman geçtikten sonra restoran müdürü teşrif ettiler. Tahmin ettiğim yaygara kopması ihtimalinin tam zıttı gerçekleşti, bütün müşteriler net ama sakin bir biçimde bunun ne denli büyük bir skandal olduğunu müdüre ifade ettiler. Aradan duyduğum “Ödemiyoruz!” cümlelerinin beni alıp götürdüğü Dario Fo oyunundan beni çıkaran Aang oldu. O an o da benim gibi silik ve pasifist hissetmiş olacak ki, ben hesap ödemek için aşağı inerken bana eşlik etti. Tam aşağıda kasanın yerini sorduğumda Zekiye üst kattan zebellah gibi inerek “Biz buraya bu akşam hesap ödemeyeceğiz!” dedi. Arkadan çipçiroz müdür gelip başıyla onaylayınca her ezilen ve hak arama özürlü Türk vatandaşı gibi kendimi bileğimin hakkıyla savunmuşçasına en çok sevinen yine ben oldum. Topuşup lokantadan bir daha oraya ayak basmamak üzere çıktık.
Yazının ana fikri: Hakkımızı her zaman savunmalıyız ve İstiklal caddesinden girdiğinizde yolun sağında kalan Pizza Rat’ten bir daha pizza yememeliyiz.
* “Kanalizasyon” demişken aklıma geldi. Okan Bayülgen’in filmi “BENCE” çok iyi ve işlenmesi gereken bir fikrin katlinden ibaret. Bkz: Oyunculuklar, Okan Bayülgen’in rezil performansı, replikler, 2010 yılında şiveyle güldürme çabası, Okan Bayülgen’in rezil performansı. (Bilerek iki kez yazdım.)
GRRHHAV!
Geçtiğimiz haftalarda Asiye’m, ben, Anka, Zekiye ve Asiye’min iki arkadaşı Aang ve Kemik toplaşıp İstiklal’deki Pizza Hut’a oturduk.
Maddi açıdan birer holding lideri sayılmayan arkadaşlarım mama olarak “Yiyebildiğin kadar ye!” promosyonunu seçtiler. Ben de o gün artık malum mu oldu, ermenin kıyısından geçtim de fark mı etmedim bilemiyorum; dedim ki, “Şimdiye kadar ben hep buranın, rakipleri olan Little Caesars ve Domino’s’tan daha kötü pizza yaptığına dair bir önyargı geliştirdim fakat hep promosyonlu menülerden istifade ettim; acaba şu kimsenin menüyü eline aldığında doğru düzgün bakmaya bile yeltenmediği o ’pahalı’ pizzalar nasıldır?” Şu an adını anımsayamadığım fakat menüde yazdığı üzere içinde insan ve dinozor etinden başka aşağı yukarı her şeyin olduğu, sanırım “Supreme”li bir isimle anılan pizzadan fakir olduğum için küçük boy bir tane seçtim.
Ne var ki cevval garson, proleter kişiliğine yakıştıramadığım (Evet, garsonun yanında; patronun karşısında bir kişiliğe sahip olmak bir köpekten beklenmeyecek bir tavır olabilir ancak zamanında garsonluk yapmış köpekler kimi zaman içlerinde bir efendim Çegevera, bir Deniz Gezmiş barındırabilirler.) Tekrar aç parantez. (Ben de biliyorum onun ‘Che Guevara’ diye yazıldığını. Kapa parantez.) bir sığlıkla sırf karışık kuruşuk söylendi diye adisyona dıravdan beş tane “Gözün doyana kadar ye!” promosyonu yazdıktan sonra umarsızca çekip gitmiş, kendisinden uzun süre bir daha haber alınamamıştı. Asiye’min canı yemek istemiyordu, o yüzden bizimkilere “Niye beş tane yazdı bu adam?” soruma cevap olarak “Sana da bizimkinden yazdı.” cümlesini duyunca çok içerledim ve içerlediğimde içimdeki “Laik teyze”, Asiye’nin tabiriyle “Bostanlı teyzesi” dışarı çıkabiliyor. Bu terimi daha sonra açıklamaya gayret edeceğim.
Ne var ki daha ben bütün yoldaşlık bilincim ve garsonseverliğimi bir kenara bırakıp; kalkmış kaşlarım ve baygın gözlerimin aşağılayıcılığına eşlik eden çok minik bir el hareketiyle garson’a “Senin dikkatini çekmek için bu kadar uğraşabilirim. Görüp görmemen benim problemim değil!” dercesine “Pardon!” diye seslenmeden; az önce aç olmadığını söyleyen Asiye’min “Tamam, değiştirme siparişi ben yerim ‘Güvercin gibi ye!’ promosyonundan.” demesi üzerine küçük bir şok atlatıp bir yandan karşımda Gargantua gibi önlerine çıkan bütün canlıları çiğnemeden yutarken sevinç içinde kuyruk sallayan dostlarımı izleyip bir yandan Tiflis’e doğru yola çıkmış olma ihtimalini değerlendirdiğim garsonu beklemeye başladım. Hal-i hazırda imece usulü servis yapan mekanlarda bile garsonlar aynı anda cisimlenmiş (Bkz: Harry Potter) gibi ortadan kaybolma alışkanlıklarını gün be gün geliştirirken, Pizza Hut gibi mekanlarda masaların garsonlara pay edilmesi ve bir garsonun başka bir garsonun masasıyla ilgilenmiyor olması prensibi yüzünden hafif bir gerginlik yaşadım. Zira diğer masalar Stuffed Mouse’larını yuvarlarken ve neşe içinde şad olurken, yaş mamaya saldırır gibi tıkınan dostları tarafından önüne kullanılmış peçeteler (Şirket prensibi gereği kişi başı bir tane verilenlerden.) ve boş ketçap-mayonez paketlerinin bırakıldığı esnada, sair garsonların adeta “Yıh yıh, çok isterdim sipariş alıp masanı silmeyi ama benim masamda değilsin. Bekle senin garsonun gelsin. Eee, hayat da böyle değil midir? Doğru kişilerle doğru adımlar.” diyen bakışlarına maruz kalmaktan buhranlar geçiriyordum. (Abartıyorum evet.)
Bir süre sonra garson göründü ve ben arkadaşlarımın “Görmemişçesine ye!” promosyonlu pizza sipariş etmiş olmalarına duacı olarak, insan ve dinozor etsiz pizzamı sipariş ettim. Uyanık köylü zihniyetiyle bardakta servis yapılıp iki euro’ya satılan (Avrupa’ya gideceğim de yakın zamanda söylemesi ayıp, meh meh…) içecekleri ise bir kez daha esefle kınadım. Arkadaşlarımın seçimine duacıydım, çünkü herhangi başka bir promosyon sipariş etmiş olmaları halinde pizzalarını gözümün önünde zıkkımlanıp bitirdikten sonra bir yandan geğirdiklerini saklamaya çalışıp bir yandan da yan gözle bana bakarak “Ne zaman kalkacağız? E hadi sigara içsek.” gibi varoş cümleler kurma ihtimalleri beni ürkütüyordu. Ancak o anki koşullarda paralarını kuruşu kuruşuna karşılamaya yeminli olan dostlarımın bünyelerine dört yıllık karbonhidratı depolamadan o restoranı asla terk etmeyeceklerini gözlerindeki parıltıdan anlıyordum.
Nihayetinde artık gözüme daha yorgun ve tecrübeli görünen, zamanın kırbacını yiye yiye yüzündeki çizgiler artmış, sakalları uzamış ve saçlarında tek tük beyazlar çıkmış halde garsonumuz elinde bir çay tabağı ve üzerinde benim “küçük” pizzam olduğu halde geldi. Teşekkür ettim ve bu firmanın şubelerinde her zaman yaptığım gibi gelen pizzanın üstündeki malzemeleri saydım. Hayır, salam, soğan, sucuk gibi tür açısından değil; tane tane saydım. Adeta norm tablosunu çıkardım pizza malzemelerinin. (Sana da selam olsun, ey istatistik okuyan!)
Neyse ki tattığımda en azından lezzetli olduğunu fark ettim. Zaten fark eder etmez de tabağım boşaldı zira dilimdeki tat hücrelerinin beynime lezzet sinyallerini taşımasıyla pizzanın bitmesi takriben aynı zamana denk gelmişti. Doymadığımı anlayan biricik Asiye’m bütün toplum kurallarını adeta alt üst edip katıksız bir anarşizmle bana “Kıtlıktan çıkmış gibi ye!” promosyonundan iki dilim “çaldı”.
İşte her şey o an oldu…
Hayır be, garson görüp yasak olduğunu falan söylemedi. Ne kadar sığsın!
Yan masalardan bağırtılar, panik çığlıkları falan yükseldi. Ben “Ne oluyoruz ya? Üfff! Allah kahretsin, hani 2012’deydi? Lan daha yeni bir düzene oturtmuşuz hayatımızı bir dur lan!” diye varsayımlarda bulunduğum esnada kulağıma restoranda fare olduğuna dair bir şeyler çalındı.
Çoklarının aksine içimden “E olabilir, normaldir.” diye geçirirken herkesin radyasyona maruz kalmışçasına içlerindeki Uğur Dündar’ın su yüzüne çıkıp gözlerinin adeta bir çakmak, adeta bir mavi gibi parladığını görünce sessizliğimi korumayı yeğledim.
Ne var ki, birileri fare diye vaveylayı kopardığı halde cismani bir fare ortalıkta görülmüyordu. O an birkaç şey dikkatimi çekti. Birincisi, hala benim için bir söylenti olan fareye karşı beslediğim sempati, ikincisi diğerlerinin bu kadar panik yapmasına karşı duyduğum acımayla karışık hoşgörü ve sonuncusu tekrar Tiflis’e doğru sefere çıkmış olduklarından kıllandığım garsonların gizemli yok oluşları.
Birden, onu gördüm. Tanrı’nın işareti olan kutsal fareyi. Aşağı yukarı bir limon büyüklüğünde; adeta bir çipil, bir sevimli gibi bakan gözleri ve pıtırcık pıtırcık koşuşuyla sempati abidesi bir şey. Peki bu fareyi soydaşlarından ayıran neydi? Neden bu kutsaldı da diğerleri b.kla beraber anılıyordu? Yanıtı çok basit… Eğer sıradan bir fareyseniz, yemek için çöplükleri; hatta daha beteri, kanalizasyonu* seçersiniz. Ancak onca zehir ve dezenfektana (Çünkü Pizza Hut’ta haşereler ve küçük kemirgenler için bir önlem muhakkak alınıyordur.) rağmen damak tadını Pizza Hut’taki pizzalarla tatmin edebilen bir fare eğer Rattatouille değilse sadece kutsal olabilir. Çünkü dünyada Sinem Kobal’ın oyunculuk yapması kadar kabul edilemez bir şey daha varsa; o da Pizza Hut’ta bir farenin görülmesidir. O yüzden gördüğüm şeyi içselleştirmem başta çok zor oldu. Belki de bir hayaldi, bir halüsinasyondu? O fare hiç var olmamıştı ve Pizza Hut çalışanlarından biri şu anda sahibinin bir yandan burnunu çekip bir yandan eli kolu titreyerek altı morarmış gözlerini dört açıp fellik fellik aradığı halüsinojeni yanlışlıkla pizza hamuruna karıştırmıştı.
Bunları düşünürken şunu idrak ettim ki bu kadar orada olması imkansız olan bir canlı eğer ki Tanrı’nın işaretiyse; onu görebilmek de herkesin harcı değildi. Birkaç seçilmiş kişi; O’na en yakın bir avuç havariydi bu işareti görenler. Tanrı kullarından seçtiği birkaç aziz ve azizeyi sınamış; onların Pizza Hut’ta bir fare görmelerini sağlamıştı. Birkaçı elbette bu büyük yükü üstlenememiş, zaaflarının kurbanı olmuş, nefsine yenilerek “Ay! Fare var! Fare!” falan gibi efendim böyle alelade bir kulcağızın kuracağı; canlılara karşı yaradan tarafından emredilen sevgiden yoksun, ucuz; bir kutsanana hiç yakışmayan, yadım yadım yadırganası ibareler kullanmışlardı.
O an gülümsedim; başımın çevresinde melekleri, bembeyaz halemi ve O’na yakın olmanın yarattığı sıcaklığı hissettim. Tam “Arkadaşlar sakin olun, yüce babamızın hepimiz için bir planı var.” diye damardan girip oradaki herkesi bir anda durduracak; hatta ihtimal ki pek çoğunun gözlerini yaşartacak, belki sonrasında dizleri üstüne çöküp eteğimi öperek garsonun biraz önce gözleri boncuk boncuk yaşlarla dolarak getirdiği kolayı içmemi izlemelerini sağlayacak altın cümlemi kuracaktım ki; Anka’nın “Aa ben de gördüm! İşte orada!” sözleriyle irkildim.
O Anka ki dudağının kenarından mayonez ve kaşar sarkarken ağzından hamur parçaları fırlaya fırlaya; dişlerinin arasından salam ve zeytinler bize el sallaya sallaya bu cümleyi kurmuştu. Bu haliyle değil Mesihler Konseyimizin bir müdahili olması; Hayrabolu Kanaryaseverler Derneği’ne (HAK-DER) üye olması bile imkansızlar imkansızıydı. Bu durumda benim elimden de gerçekten Pizza Hut’ta bir fare gördüğümüzü kabullenmekten ve Rabb’ime isyan etmekten başka bir şey gelmiyordu.
Yine de bütün canlılara karşı duyduğum sevgi yumağına isyankar Rattaouille’u da dahil etmekten kendimi alıkoyamıyordum. Asiye’m protesto cümleleri arasında tarafımdan kurulan “Ama çok tatlı değil mi?” cümlesine katılmamış olacak ki, “Bebeğim bu ciddi bir konu ama.” diyerek o esnada bir pet shop’ta olmadığımızı bana anımsatıp kendime gelmemi sağladı.
Takriben bir farenin ömrü kadar zaman geçtikten sonra restoran müdürü teşrif ettiler. Tahmin ettiğim yaygara kopması ihtimalinin tam zıttı gerçekleşti, bütün müşteriler net ama sakin bir biçimde bunun ne denli büyük bir skandal olduğunu müdüre ifade ettiler. Aradan duyduğum “Ödemiyoruz!” cümlelerinin beni alıp götürdüğü Dario Fo oyunundan beni çıkaran Aang oldu. O an o da benim gibi silik ve pasifist hissetmiş olacak ki, ben hesap ödemek için aşağı inerken bana eşlik etti. Tam aşağıda kasanın yerini sorduğumda Zekiye üst kattan zebellah gibi inerek “Biz buraya bu akşam hesap ödemeyeceğiz!” dedi. Arkadan çipçiroz müdür gelip başıyla onaylayınca her ezilen ve hak arama özürlü Türk vatandaşı gibi kendimi bileğimin hakkıyla savunmuşçasına en çok sevinen yine ben oldum. Topuşup lokantadan bir daha oraya ayak basmamak üzere çıktık.
Yazının ana fikri: Hakkımızı her zaman savunmalıyız ve İstiklal caddesinden girdiğinizde yolun sağında kalan Pizza Rat’ten bir daha pizza yememeliyiz.
* “Kanalizasyon” demişken aklıma geldi. Okan Bayülgen’in filmi “BENCE” çok iyi ve işlenmesi gereken bir fikrin katlinden ibaret. Bkz: Oyunculuklar, Okan Bayülgen’in rezil performansı, replikler, 2010 yılında şiveyle güldürme çabası, Okan Bayülgen’in rezil performansı. (Bilerek iki kez yazdım.)
GRRHHAV!
4 yorum:
"Çünkü dünyada Sinem Kobal’ın oyunculuk yapması kadar kabul edilemez bir şey daha varsa; o da Pizza Hut’ta bir farenin görülmesidir."
sen süpersin yahu! ='D
yazı bitince "limitsiz"den kalkmış gibi oldum!
Limitsiz? O ne ya duymadım hiç?
A, teşekkür ederim bir de. (Gülen yüz.)
pizza hut'ın sınırsızına limit-siz diyorum da ben. doğan cüceloğlunun titrek dudaklarından çıkan "çaresizseniz çare sizsiniz!" gibi geliyor yerken daha bi azimle yiyor(d)um.
artık gitmiyorum pizza hatlara hutlara
Yorum Gönder