4 Ocak 2010 Pazartesi

Baykal Kent ve çinekoplar...



"Abi ben öyle mezun olur olmaz masa başında oturup, bürokrasiyle cebelleşip, geri zekalı kağıt işleriyle ömür çürütmeye başlayacak adam değilim. Yani ne bileyim; önce hayatı dolu dolu tatmak istiyorum anlatabiliyor muyum? Bak internetten bir sürü iş başvurusu yapıyorum (Yalan! Hepsini Asiye'm yapıyor.) uçakta hostluğa da başvurdum, callcenter'da müşteri temsilciliğine de, kahvecide garsonluğa da; artık bekliyorum; hangisi denk gelirse hayatım o yönde akacak. Hepsini de severek yapacağıma inanıyorum. Abi üç dört ay oldu okuldan çıkışımı alalı; yok mecburi hizmet, yok kamu personeli bik bik bik... Elime paramı alayım, ailem de sıkboğaz etmez artık gayrı; hem bir yandan tiyatro var, o da bir şey... " cümlelerini kurduğum hatıralar sararaktan dört bir yanımı, sabah yedide kalkıp elimde atandığıma dair belgelerle askerlik şubesine doğru yola çıkmamın üstünden iki hafta geçti yaklaşık. Sabah beşte yatıp hava kararmaya yakın uyanan, yarasalığın eşiğinde bir çift olarak Asiye'm elimden tuttu beni, "İki yıl askere çağırmayın" belgemi almaya götürdü. O hikayeleri uzun uzun anlatmanın alemi yok.

Neyse, ben bu belgeyi aldım; görev yerimi aramak üzere İstanbul'un en kendine "İstanbul" demekten imtina etmesi gereken semtine doğru yola çıktım. Takriben iki saat sonra yaklaştığımı hissedip teoride "oraların kurdu" olması gereken minibüs şoförlerine ne yöne gidebileceğimi sordum. Birbirlerine sanki ben demincek Hamdi Bey'in yeni teklifini sunmuşum gibi muhakeme ede ede, enine boyuna tarta tarta, uzuuun uzun baktılar. Bir iki "Şurada, yok şurada..." münakaşasından sonra yön gösteren bütün işaret parmaklarının momentini alıp tahmini bir doğrultuya yöneldim. Neyse ki minibüs şoförleri sağduyu sahibi insanlardı ve bilinçsiz bir şekilde (O sırada araçta olmadıklarından bilinçleri kapalı olacak.) beni sadece otuz metre uzaktaki okuluma yönlendirmek yerine bambaşka bir doğrultudaki münasebetsiz bir hicrete falan sokmadılar. Zira sonradan öğrenecektim ki bu ilçede insanlar kroki oluşturmak, takriben uzaklık tahmini, yön tarifi, gördükleri bir mekanın yerini kafalarında canlandırmak ya da en azından "yazı yazılan sağ, saat takılan sol" anekdotunu otuzlu yaşlarının sonlarında olsalar dahi anımsayabilmek konusunda bir çinekoptan daha becerikli değillerdi.


Neden sonra ilerledim ve karşımda o buram buram çocukluk, buram buram masumiyet, bir ana kucağı, bir kitap defter yumağı olan okulumun; muharebe yıllarından kalma, deprem ihtimaline karşılık "İkamete elverişsizdir" şeklinde bir rapora sahip olması halinde insana "Ohhh, iyi bari; devlet bu belli mi olur, neyse ki ilk kez mantıklı bir rapor yazmışlar." dedirtecek boyutta tipi kaymış, sıvası dökülmüş harabe duvarına asılı tabelasını gördüm. Yemin ederim binanın gerilerine falan da baktım "Belki burası kantindir." falan diye. Ama hayır... Resmen alemin akıllısı ben olduğum için rastgele her okulu yazmış ve yol boyunca yanından geçip yalvarırcasına tabelasında atandığım okulun adını görmeye çabaladığım onlarca "Hugh Jackman" fiziğine sahip okulu atlamış, kala kala bir "Baykal Kent"e kalmıştım. Evet, okulum fiziki yapısı itibariyle tam bir Baykal Kent'ti. Yalnız böyle beğenmediğimi, hor gördüğümü, halimden şikayetçi olduğumu düşünmeyin. Hani mezuniyet partisine ayıp olmasın diye yakın bir arkadaşınızla gitme kararı alırsınız da içten içe "İyi oldu, zaten belki onunla gitmeseydim yalnız gitmek zorunda kalırdım."diye geçirdiğiniz esnada sınıfın en taş hatunu/çocuğunun partiye yalnız geldiğini görüp biraz daha votka içme arzusu duyarsınız ya; işte benim okulum da o promilde bir etki yapıyor.


İçeri girdim. Kapıdaki yaklaşık elli santim boyunda; görev bilinciyle beyni kulağından akmış bir kız öğrenci "Abi adını soyadını yazıp imza atar mısın?" dedi. Henüz sivil olduğumdan öğrencinin bu patavatsızlığını hoş gördüm. "Kiminle görüşeceksiniz?" kısmına "müdür" yazarken hafiften kasıldığımı hissedip sessiz sessiz kendime küfretmeye başladığım esnada nöbetçi öğrencilerin de birbirlerine "Oooo, müdürle görüşecekmiş." "Müdür yardımcısı da değil haaa, müdür!!" diye cıvıldadıklarını duyunca "Kiminle görüşeceksiniz?" kısmına "Müdür!" yazmış olmanın haklı gururuyla "Neresi çocuklar müdür beyin odası?" diye sordum. Aşağıyı gösterdiler. Saplantılı bir biçimde (Bugün dahi) aslında hiçbir şey yapmadığı gerçeğini koridorlardan silmek için durmaksızın okulun en işlek yerlerini paspasla temizleyen hademenin yeni sildiği yerlere ayakkabımın taban alanını en minimum düzeyde kullanarak müdür beyin odasına gittim. Yerinde yoktu. Tekrar yukarı, beyni akan nöbetçinin yanına çıktım. "Müdür yardımcısının odası nerede peki?" diye sordum. Yukarıyı gösterdi.


Müdür yardımcısının odasına girdiğimde çok hüzünlendim. Sanki benim ilkokulumu alıp buraya monte etmişlerdi. Kolsuz (Fakat kendini koltuk olarak tanıtan), yeşil ve bordo, kare biçimli koltuklar yan yana dizilmiş. Demirbaş numaraları falan... Çok acı. Neden sonra acım müdür yardımcısının Nurhan Damcıoğlu kostümü parlaklığındaki cafcaflı takım elbisesinin ışıltısıyla dindi. Kendimi tanıttım. Beni o kadar abartılı bir sevinçle hoş buldu ki; o an hiçbir talebimin karşılanmayacağı, kimsenin beni iplemeyeceği, adeta "tın tın" bir okula atandığımı idrak ettim.


Birkaç belge işini ayarlamaya çalıştığımız esnada bana bir çay söyledi. (Evet, doğru tahmin. Beyaz üstüne kırmızı puantiyeli plastik altlığı olan ince belli cam bardak.) Sonra içeri bıyıklı, yaşı kırklarına yakın ama böyle daha genç gösteren, kelimenin tam anlamıyla "Pipi gösterilen amca" modeli bir öğretmen girdi. O kadar enerjik ve neşeliydi ki adımı öğrendikten hemen sonra anlattığı şu fıkrayı pek az garipsedim:


"Genç bir çocuk eczaneye gitmiş. Viagra istemiş. Eczacı ilacı vermiş fakat gencin bozuk parası olmadığından parayı bozdursun diye karşıdaki çerezciye el işareti yapıp genci oraya yönlendirmiş. Genç, çerezcinin yanına gitmiş. Parayı bozdurmuş, 'Ha bu arada eczacı varsa beş yüz lira rica etti demiş. Çerezci fıkranın gidişatı bozulmasın diye* bu saçmalar saçması teklifi kabul edip eczacıya el sallamış ve parayı vermiş. Genç tekrar eczaneye girip 'Parayı bozdurdum, buyrun. Yalnız çerezci beş yüz lira rica ediyor varsa." demiş. Eczacı da beş yıl okul okumuş bir zeka küpü olarak* nedenini sormadan çıkarıp parayı vermiş. Genç adam çıkıp gitmiş. Sonra çerezciyle eczacı yedikleri kazığı anlamışlar ama bir daha genci görememişler. Daha sonra yaşlı bir adam eczaneye girip Viagra istemiş. Yalnız parasını vermeden "Alıyorum ama acaba işe yarıyor mu eczacı bey?" demiş. Eczacı da bunun üstüne "Valla demin bir genç geldi daha ilacı kullanmadan beni de s..ti; çerezciyi de s..ti." demiş.

Bu şirin fıkranın ardından aslında erimiş olması gereken buzların üstünden kayarak belgelerin en civcivli kısmı olan bürokrasi meselesini halletmeye gittim.

Efendim, günümüzde devlete girip çalışmak için saat 08:30 - 16:30 saatleri arasında şunları yapmak durumundasınız:


Öncelikle kimsenin- ama HİÇKİMSENİN size kesin bir şey söylemediği, böyle helyum balonu gibi havalarda manasızca süzülmenize yol açan yanıtlar aldığınız, üstüne Gaelikçe ile Abazaca arası kozmopolit bir ağızla konuşan görevlilerle muhatap oluyorsunuz ve hayır, bulunduğunuz yer şehirlerarası otobüs terminali değil, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü. Orada saatlerce bekleyip iki parça kağıt alıyorsunuz ve sizi nev-i şahsına münhasır "MAL MÜDÜRLÜĞÜ"ne yolluyorlar. Yalnız öyle kolay kolay da yollamıyorlar. Danışmada duran ve ihtimal ki kafasındaki jölenin de etkisiyle biraz yavaş düşünen genç kamu görevlisi size:"Bak arkadaşım bir daha anlatıyorum: Bu yol yok mu? Bu yoldan düz gideceksin!" diye defalarca anlatıyor ama siz kamu personelice bilmediğinizden "Bu yol" kadar spesifik bir yol tarifini idrak edemiyorsunuz. Sonra "Bu yol" dan düz gidip- ki kastettiği şeyin "Kapıdan şıktığınızda karşı taraftaki okulun bitişiğinden devam edin, ışıklardan yolun karşısına geçtiğinizde elli metre ilerde sağda." anlamına geldiğini yeni anlamış oluyorsunuz; MAL MÜDÜRLÜĞÜ'ne varıyorsunuz. Orada "Siz" diye hitap ettiğiniz, bir dakikaya yedi yüz kelime sığdıran görevliden "Yahu yine mi öğretmen yollamışlar! Arkadaşım okulda göreve başladığına dair belgeyle atanma kararnameni al, mutemete teslim et!" diye azar yiyorsunuz. Bir yandan kafanızdan "'M&M’ acaba 'Mut ve Met'in kısaltması mı?" diye espri yaparken "Pardon göreve başlama kararnamemi nereye vereceğim?" diye sormanın canınıza mal olup olmayacağının muhakemesini yapmaya çalışıyorsunuz. Nihayet konuyu çözüme kavuşturup okula gidiyorsunuz fakat o da ne? Okuldan mutemete teslim edilmek üzere ekstradan iki belgenin daha noter onaylı örneğini istiyorlar. "Bu yakınlarda nerede noter bulabilirim?" sorunuz müdür yardımcısı odasında adeta bir "Chopstick mi? Onu nereden bulacağız?" etkisi yaratıyor. Sonra düşünüp tartıp sizi tekrar şehir merkezine yollamaya karar veriyorlar. Gidip noterde belgeleri onaylatıyorsunuz ve veznedeki kız bir yandan utanmadan size yavşarken bir yandan "Borcunuz otuz sekiz lira." diyor. İki kağıt parçasını alıp Bilmemnerenin Bilmemkaçıncı noteri adına Bilmemkim Bilmemkim'in mazbut poposuna duhul edesiniz geliyor zira fiyatın fahişliğinden öte yanınızda nakit otuz sekiz lira bulundurmayı düşünmemiş olmanız sizin salaklığınız sayıldığından en "yakındaki" size uygun bankayı aramaya başlıyorsunuz. İşte yöre halkının çinekopluğu burada başlıyor. Herkes sizi bir başka yere yönlendirirken daha ziyade genç ve çürümemiş dimağlar arıyorsunuz fakat heyhat! Onların beyni de vajina arzusuyla kavrulmuş. Nihayetinde ha burada, ha yaklaştım diye diye bir buçuk saat yol yürüyüp okulun yakınlarından geçerken aslında görev yerinizin etrafında ne çok noter olduğunu şaşkınlıkla karşılıyorsunuz. Sonra bankaya ulaştığınızda iki adet çok yorgun bacak, bir adet içinizden taşan noter kapanmadan yetişme paniği ve bir adet de çok gelişmiş küfür haznesiyle dolmuşa binip gittiğiniz yolu geri dönüyorsunuz. Noterden iki parça kağıda kırk lira kösülerek çıkıyor ve okula varıyorsunuz fakat işleriniz bitti mi?

Hayır!

Biten tek şey mesai saati.

"Pazartesi halledersin Benekli!"


Sonra pazartesi oluyor ve geberesice mutemet'e belgeleri teslim ediyorsunuz. Okulda mı? Hayır. Şehir merkezinde Hugh Jackman bir okulda. Sonra bir banka bulup yine bir iki saat sıra bekliyor ve maaş kartı başvurusu yapıyorsunuz. Aynı yoldan iki vesaitle okulunuza doğru giderken yolda inip Sosyal Güvenlik Kurumu'nu dört kişiye sorarak buluyor ve sigortanızı üç saatlik bir bekleme süresinin ardından nihayet sorunsuzca hallediyorsunuz.


Hayırlı mesailer...

* Bu kısımları ben doğaçladım.

HAV!

2 yorum:

victor's secret dedi ki...

çok geçmiş olsun!

gözümü korkuttun; KPSS'ye girmesem mi acaba?!?

Can Canis dedi ki...

Yok Victor, bunlar hafiften mübalağalı haliyle... Ama semtine göre uğraşma katsayın da değişiyor.
(Gülen yüz)