Bir önceki yazımda anlattığım- daha doğru tabirle "uzattığım" bürokrasi maceraları bundan iki gün önce de tekerrür etti fakat önceki yazımdaki cevvalliği yapıp uzun uzun kafa s..meyeceğim.
Asiye'm sağolsun doğum günümde kainatın bütün inceliği ve düşünceliliğiyle uçak bileti aldı bana. Yurt dışına, onun doğduğu kente gidip göreceğiz (Issız Adam'ı anımsayıp burun kıvıranlar yanarak ölsün). Tabii bu aylar önceden belliydi fakat benim kafama devlet kuşunun s.çacağı nispeten yeni bir haber olduğundan devlet bünyesindeyken yurt dışına çıkmanın ne kadar civcivli olduğuna dair bir fikrim düne kadar yoktu.
Bütün belgeler tamamlandı, okuldan alınacak bir tek belge kaldı. Yazının konusu bu olmadığından o belgeye dair sadece iki noktaya parmak basıp geçeceğim: Birincisi Milli Eğitim İlçe Müdürlüğü'ndeki şişman, çirkin, antipatik ve muhtemelen sağlıksız cinsel hayat mağduru bir tutuk zekalı (Bilimsel tabir olarak-hakaret değil.) personelin "Sen daha stajyersin, ne yurt dışı. Daha yeni atanmışsın, ne pasaportu." ve benzeri temelsiz, amaçsız, sadece çekememezlik ve fesatlık kaynaklı zırvaları ve müdürümün "Ben nereden bileyim?" temalı cümleleri. Zira ihtimal ki kimseye "Yurt dışına çıkma izin formu" doldurmamış olduğundan bana sanki resmi evraklar konusunda bir çakal, adeta bir bilirkişiymişimcesine bakıyordu. Temel bilgileri doldurduktan sonra pasaport numaramı bilmediğimden Tarçın'ı aradım. En büyük korkumun Tarçın'ın evde olmaması, bu yüzden pasaportumu bulamaması olduğunu sanırken daha büyük bir kabus gerçeklendi ve canım cocker'ım telefonu "Hmmmhhh" diye açtı. "Şimdi olmaz, tam şu anda olamaz" diye onun ağlıyor olmamasına -ki pek bir keyiflidir, neşelidir yazık- yönelik dua ederek "Tarçın uyuyor muydun?" dedim. Yanıt yarasaların sonarlarıyla algılayabilecekleri kadar düşük frekansta geldi fakat ben bunu bütün optimizmimle "Evet" olarak algılamayı yeğledim ve "Lütfen hemen uyan kendine gel ve bana pasaport numaramı oku!" dedim. Sağduyulu dostum numarayı okudu, teşekkür edip kapattım."Yurt dışına çıkma nedeni" kısmına geldiğimizde müdürle önce ekrana, sonra birbirimize uzun uzun baktık. Ben gerginliği atmak için öpüşmemiz gerekip gerekmeyeceğinin muhasebesini yaptığım esnada müdürüm "Eee ne yazacağız hocam?" dedi. Dünyanın en dürüst insanı olduğumdan "E hocam doğrusunu yazalım, 'Tiyatro ekibinin yurt dışı performansı gerekçesiyle' falan yazalım" dedim. Müdürümün "E tabi, burası Kaliforniya'da bir kolej değil mi?" diyen bakışlarını müteakip "İzin vermezler öyle hocam." dedi ve izin tarihleri yalnızca tatil günlerini içeren ve buna rağmen İlçe Milli Eğitim'e, okula ve kaymakamlığa onaylatmanız gereken (Çünkü sizin sömestre tatilinde nerede olduğunuzun derdi devleti de geriyor.) çetrefilli belgemize "Turistik gezi" yazmak konusunda hemfikir olduk.Neyse, bu belgeyi almak için önce okula gidip sonra milli eğitime geri gelmem; sonra bir kez daha milli eğitime gidip sonra tekrar okula gitmem gerekti vesaire...
O günün akşamında Asiye'min yönettiği (Ha ha, siz bizi öyle böyle kırmalar mı bellediydiniz?) oyunu izleyecektik ve plana göre ("According to plan"-Tim Burton'a saygı.) ben okuldan çıkar çıkmaz onunla buluşup oyunu izlemeye gidecektik. Lakin "Senin daha stajın kalkmamış." adamı ve onun gibi birtakım çatışmalardan kaynaklı gecikmem sebebiyle bir tanecik Asiye'mi de saatlerce o bomboş semtin saçma sokaklarında dolaşmak zorunda bıraktım.
Nihayetinde buluştuk, iki buçuk saate varan ürkütücü bir yolculuktan sonra şaşırtıcı güzellikte bir kültür merkezine ulaştık. O gece, Türk-Yunan Mübadele Derneği'nin kutlama gecesi vardı ve esas oyundan önce bir slayt gösterisi ve iki halk dansları gösterisi vardı. Anka ve ben, ekibin alaturka temalara burun kıvıran havalı ve bananeci unsurları olarak başta bu "varoş" gösteriyi izlemeye nazlanmıştıysak da sosyalleşmenin sadece bu kültür merkezinde mümkün olduğu bu ilçede iki kişi ne b.k yiyeceğimizi bilememenin korkusuyla Asiye'm ve Çilli'ye eşlik ederek salona girmeye karar verdik.
Salona girerken kapıda bizi Uykusuz'un "Bıyıklı Kadın"ı karşıladı. Entelektüel seyirci formatında kadına oyunun yönetmeni ve arkadaşları olduğumuzu ifade ettiğimiz esnada kafamdan geçen "Lütfen ama lütfen bu kadın lezbiyen olsun, bıyıkları var!" düşünceleri, kadının telefonda konuştuğu arkadaşına ".... Sen de bulmuşsun..." demesiyle bölündü ve evet, bu "Sen de bulmuşsun", o "Sen de bulmuşsun, güllüsünü arıyorsun." daki "Sen de bulmuşsun". Soğukkanlılıkla kahkahalarımızı oturacağımız koltuğa saklayıp salonda ilerledik.
Nihayet pek çok laik teyze ve amcanın arasındaki yerimize yerleştik. Slayt gösterisinde derneğin önceki etkinlikleri ve geleceğe yönelik çalışmalarını derneğin sosyaller sosyali başkanının çeşitli fotoğrafları ve görüntüleri eşliğinde izledik. Zaten sanırım derneğin bütün üyeleri sosyalliği ve "lider" sevgisi bendine sığmayıp taşan zatlardan ibaretti. Görüntülerde Atatürk'ün doğduğu evin fotoğrafının üstüne wordart'la yazılmış çok kırmızı ve çok ucuz "Atatürk'ün Evi" yazısının çapraz pozisyonda eklendiğini gördüğümüzde de ikinci şokumuzu yaşadık.
Slayt bitti, en büyüğü on beş yaşındaki çocuklardan oluşan halk oyunları ekibinin gösterisini izledik. Epey iyiydi, çok keyif aldık. Sonra bir şeyler ters gitti ve yetişkinlerin halk dansları gösterisi başladı. Öncelikle "genç" ekipteki Derya Baykal dikkatimi çekti. Hayır, elbette Derya Baykal'ın kendisi değildi sahnedeki. Saçmalamaya gerek yok, onun ölmeden önce günlük kullanıma açması gereken binlerce parlak boncuğu, eskimiş ve hayata onun elleriyle geri dönmeyi temenni eden aksesuarları, lüzumsuz bibloları ve zayi etmesi gereken yılları var. Bu kadar iş güç arasında onun kalkıp bir de halk oyunları ekibine girmesini temenni etmek tamahkarlık olurdu. Hayır dostlarım, burada bahsi geçen hanım orta yaşlılığı ve ne yazık ki kendini genç hissedişine ek olarak bir de utanmadan hayata sıkı sıkıya tutunuşuyla bir Derya Baykal franchisingiydi. "E bu yaşlı?" derken gecenin ikinci en kopuk adamı olan davulcu abiyle gecenin en kopuk birinci adamı "Recep" göze battı. İsmi belki Recep değildi, belki bir Tonguç, belki de Bünyamin'di; lakin o bizim Recep'imizdi. Zira yakın geçmişte bu isim hiçbir yaşam formuna bu denli yakışmamıştı.
Davulcu kontrolden çıkmış bir hezeyan içinde kendini dağıtır ve Recep'imiz ha bire ekipten farkını kah oyunculuğu (Çünkü o hem bir folklor dansçısı hem de oyuncuydu!) kah koreografiden kopup dikkat çektiği doğaçlamalarıyla sivrilirken yerden kılıçlar, kamalar ve tabancalar alındı- savaş karşıtı ben ve dostlarımın yüreğine bir gam düştü. Nihayet hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde mantar tabancaları patladı ve ben tam içimden cık-cıklarken sahneye makineden sis verilmeye başlandı ve hoparlörden silah ve savaş sesleri yükseldi. Mutlu mutlu halay çeken dansçıların üstün oyunculuk performanslarıyla birer armut, birer cevizmişçesine patır patır sahneye yığılmalarını izledik. "En son Recep düşecek." teorimin gerçeklenmesi beni şaşırtmadı. Hatta Recep ölmedi bile. Silah arkadaşlarının ölümünün acısıyla o ıstırap senin bu ıstırap benim sürüklenen Recep'im, edemedi sahnenin en önüne gelip ellerini havaya kaldırarak bir Bülent Ersoy'a dönüşüp "ALLLLAAAHHHHHHHHHHHHHH!!!!" alt metniyle kollarını sarstı. Asiye'm kulağıma eğilip sakince "Oyunculuğu oyuncular yapsın." dedi. Daha bu cilloplar cillobu cümlenin hazzına tam varamadan salon seyircinin alkışlarıyla yıkıldı. O dakikada, hayatımız boyunca daha önce aynı fikirde olmadığımız bu kadar çok insanla hiç aynı ortamda bulunmadığımızı idrak ettik. Seyirciden gazı da alan Sosyal Recep, nihayet dizlerinin üstüne çöktü, giysilerinin altından "mecburi" Türk bayrağını çıkarıp üstüne örttü ve oyunun başında kılıçları gördüğümüzde yaptığımız "Harakiri" esprisini göz göre göre gerçekledi; kendini öldürdü. Göz devirmekten gözlerimiz ağrımışken o an geldi...
O an...
Recep'in oğlunu oynayan çocuk elindeki mikrofona "BAAAABAAAAAA!!!" diye bağırdı. Bu ekibin genel problemiydi zaten, "mikrofona bağırma bozukluğu". Ajitasyon komasının eşiğindeki seyircilerin izlemesi gereken bir sonraki sahneyse içimden "Yo, hayır, yo, hayır, bu kadarını yapmazsınız, yok artık..." diye geçirmeme rağmen canlandırdıkları "Recep'in oğlunun önce kafasına Türk bayrağı örtüp sonra kendisini kamayla öldürmesi" sahnesiydi.
Benim görüşlerime göre hal-i hazırda aslında bebek bezi reklamlarındaki bebeklere yapılan dahi çocuk istismarı sayılırken resmen gözümüzün önünde "Gurur tablosu" adı altında on üç yaşında bir çocuğun kendini öldürmesi ve bu sahnenin alkış alması içimdeki "sahneye çıkıp ekibin halay başı olan Recep'i tokat manyağı yapma" arzusunu körükledi.
Bu ve benzeri ajitasyonlar eşliğinde nihayete eren halk oyunları gösterisinden sonra bir tanem, Asiye'min yönettiği oyunu izledik. Biraz önceki kabusu alkışlayan seyirciyi rezil etmek başta olmak üzere pek çok başarılı an bıraktı akıllarımızda "İzmir Tiyatrosu Artı". Evet, bu ekibin adı değil, sadece embesil sunucunun elindeki kağıda bildiğiniz latin alfabesiyle yazılmış olan "Tiyatro Artı İzmir"i okuyamama beceriksizliğinden kaynaklanan bir telaffuz hatası.
Önce içlerinde Aang ve Kemik'in de bulunduğu oyunu oynayan oyunculara, sonra bebeğim Asiye'me çok teşekkürler...
Hav!..