26 Temmuz 2011 Salı

"Hay aksi şeytan!"



Az önce çok sevdiğim bir dostumla konuşurken laf arasında bu cümleyi kurdu. Gerçekten ama gerçekten bu lafı duymayalı o kadar uzun zaman olmuş ki içimden "Baba?" diye geçirdim bir an.

Dün bir fikrim gelmişti, onu yapmak istiyorum. Yer kaplamasın diye telefonumdaki mesajları siliyordum. (Evet, hala aramızda telefon hafızası sınırlı olanlar var.) Ancak bir kısmının gerçekten tarihteki yerini almasını istiyorum. Şu şekilde:

Karabaş: Aşkım evde misin? Geliyoruz da biz.
Çilli: Şey otobüslerde ve minibüslerde organize ustası lider teyze ve amcalar.
Karabaş: Mağdurum ben, mağdurum ben...
Karabaş: Bıdık.
Karabaş. Cücüş nasıl?
Karabaş: Beybi nerdesin? Biz eve geliyoz.
Karabaş: Bişe lazım mı?
Karabaş: Bira?
Karabaş: Asiye?
Karabaş: Ya shen ashırı derecede sevimli bisheysin!
Ceko: O zaman sana "kaset" deyip kaset yerleştirmek istiyorum.
Asiye: Aşkım sonunda Kochlöffel bratwurst satışına başlamış, deniyorum.
Karabaş: Ya sen nerdesin, gelip anahtarı alalım. Üşüdük de biz.
Anka: Baş sigara bağımlısı olarak tiyatromuzda keçiboynuzu kürünü başlatıyorum. Hiçbirimiz akciğer kanserinden ölmiycez. Ohhh yeah!
Çilli: Geliyom dışardan bişi? Prezervatif falan?
Karabaş: Bibitem evde misin? Ben eve gelicem.
Çilli: Kuliste sidiğimi unuttum, bilginize.
Karabaş: Aşkitom evde misin? Geliyoz da biz.
Çilli: O yea kamon beybi, kimse gelmemiş olursa sewişiriz de

7 Şubat 2011 Pazartesi

I.I.S. (Internalized Inferiority Syndrome) ya da B.E.S. (Benimsenmiş Eziklik Sendromu)


İki yazı önce yine g.tümden "Benimsenmiş Eziklik Send-Romu" diye bir şey atmışım, şimdi düşününce gaza geldim ve bunu izah etme teşebbüsü içeren bir yazı yazayım dedim. Çünkü siz de takdir edersiniz ki insanları sabah uyanır uyanmaz yüzlerini bile yıkamadan bilgisayar başına geçiren, sosyal paylaşım sitelerinden bile önce açıp "Bakalım bugün neler oluyor havdedik'te?" diye sordurtan bir blog'un yazarı olmak bütün olumlu özelliklerinin yanında birtakım sorumluluklar da getiriyor.


"Allahaşkına açıkla Can, nedir bu B.E.S?", denizaşırı topraklardaki takipçilerimce de ("takipçilerimce" ne be?) "What the hell is I.I.S. supposed to be?" diye soran mailler bir yana, sözlükte falan da B.E.S. başlığı altında yalan yanlış bilgilendirmelere rastlayınca bu aymazlığa bir müdahale etmem gerektiğinin ayırdına vardım. Umarım bu çalışmamın kıymeti bilinir, yeri geldiğinde akademik camiada hak ettiği yeri bulur. (Uzatmak...)


Sayın okurlar; bilindiği üzere her millete yakıştırılan birtakım betimlemeler vardır. Yok efendim "İngilizler soğuktur", "İtalyan erkekleri seksidir" (Ki burada araya girip "PUHAHAHHAHAAĞĞĞ" demek istiyorum.), "İrlandalılar çok içer" falan gibi. Türkiyelilerle ilgili genellemelere, otobüslerin mola verdiği tesislerde ya da kitap reyonunda sadece çok satanlarla dördüncü sınıf yayınevlerinin pek çok açıdan "ucuz" kitaplarına yer veren efendime söyleyeyim böyle kanguru amblemli falan marketlerle onun ortak kuruluşlarında rastlayabileceğiniz "N'aber dostum, ben Türk'üm", "Bakın Türkler gene ne yapmış", "Bu Türkler yok mu bu Türkleeer!" tarzı şuur fakiri kitapların içeriğini andırmaması açısından girmeyeceğim.


Mamafih (Gelgelelim), madem ki amacımız BES konusunda bilinç kazandırmak (Bak bak, "bilinç" kazandırıyor!) o halde Türkiye insanının kollektif bilincine eğilmek kaçınılmaz.


Türkiye'de yetiştiğimize göre hepimizin "aşırı koruyucu" ailelerin yetiştirme tarzından haberdarızdır. ("Dar-ül Love"a istinaden "Dar-ız Dır" diye tiyatro oyunu mu çıkarmalı?) Çocuk daha bebeklikten itibaren "Başına bir şey gelmesin, b.kuyla oynamasın, soğuğa basmasın, sıcağa da basmasın, kendi başına hiçbir şey yapmasın, biz onun yapacağı her şeyi onun yerine yapalım" gibisinden mesajlar verecek şekilde yetiştirilir. Böyle yetişen çocuk büyüyünce ne olur? Bravo! Özgüven fakiri. Özgüven fakiri bireye göre kabul gören davranışlar ya da en azından hayatını sürdürmenin en mantıklı yolu nedir? Burada da devreye Chuck Palahniuk'un "Choke" ya da Türkçesiyle "Tıkanma" isimli romanındakine benzer bir durum devreye giriyor. "Başkalarının kendisine yardım etmesini sağlayarak aciz vaziyetinin karşısındakine üstün hissettirmesini sağlama hastalığı." Yani? Hep bir ağızdan yanıtladığınızı duyar gibiyim: BES!!!


Tembel insan için karşısındakinin kendisine yardım etmesi ganimettir. Eh, gösteriş meraklısı insan için de çevresindekilere "Aman da ne iyi ne terbiyeli insan, aman da ne ulvi şahsiyet, aman dur ben buna vereyim" gibi kredi kazandıracak tepkiler ganimet olduğundan en sıradan bir yardım bile Esra Er.l formatında bir karşılıklı parmaklaşmaya gidebilir. Toplu taşıma araçlarında oturmaya ihtiyacı olan yaşlı (Gerçek "yaşlı" değil ama, böyle komşusu balkonuna masa örtüsü falan silkelediğinde iğrençleşip ağız dalaşına girecek ya da üst kattaki bekarlar gürültü yaptığında üstün bir performansla yukarıya ışınlanıp saç baş dalabilecek tiynette bir yaşlı) kendini acındırarak tembelliğin müthiş cazibesinin tadına varacak; yer veren "büyüklerine saygılı, terbiyeli, iyi eğitim almış" genç de (Keza o da en iyi ihtimalle toplu taşıma aracındaki karşı cinsin ezici çoğunluğunun kaç birayla "götürülebileceğinin" hesabını yapıp grafiğini bile oluşturmuş bir genç olsun.) etrafından gördüğü takdir ve övgü dolu bakışlar sayesinde minik bir orgazm yaşamış, ereğine ulaşmış olacaktır.


Ne var ki burada mühim olan gencin durumu değil, yaşlı teyze ya da amcanın hayatının geneline "yardıma muhtaç" kimliğini yaymış olmasıdır. Makbul olan dinç kalıp kendi işini kendi gören, kimsenin eline bakmayan birey olmak değil, etrafında kendisine acıyan insanların var olduğunun verdiği güvenle daha ajite, daha fukara görünen insan olmaktır ki, çevrenin de bundan şikayeti yoktur. Zira her genç bir gün yaşlılığı tadacaktır.


Ancak BES için yaşlanmak bir zorunluluk değildir. Umut Sarıkaya bir karikatüründe hastalığında naz yapan N.tella kızına "Ulan hıyarcıklı veba oldun, hala sevimli gibi yaşamaya çalışıyorsun hastalığını." diyerek bashi geçen sendromumuza güzide bir örnek sunmuştur. (Umut Sarıkaya'yı referans gösteren bilimsel yazı?) Şimdi soruyorum: Hepimizin bildiği "nazlı hasta" lar BES'ten muzdarip değildir de nedir?! Onlar hastadır, birileri ona bakmalı, çorba yapmalı, gecenin üçünde kalkıp ballı süt hazırlamalı ve asla "Çok işim var canım, çorbanı kendin içiversen?" gibi kabul edilemez önerilerle gelmemelidir. Hastalığın getirdiği kırgınlıkla mücadele etmek öyle kolay bir şey değildir. Bu yüzden grip olan arkadaşınızın tuvalete kendi kendine gitmesini beklemek neredeyse sizi komik duruma düşürecek kadar aptalca bir fikirdir.


BES'i tedavi etmek için otoritelerin önerilerine açık olmakla birlikte aşağıdaki tavsiyeleri uygulamak da mümkündür:


- Toplu taşıma araçlarında yer vereceğiniz insanın sizden daha çok oturmaya ihtiyacı olduğundan eminseniz yer verin. Otobüste yer verdiği için kendisine "veren" kadınların sayısının gerçekten düşük olduğunu aklınızdan çıkarmayın.


- Tuvalete gidemeyecek kadar hasta olan arkadaşınıza alt bezi kullanmayı önerin. "Bir gün hastalanırsam o da bana bakar." şeklinde bir düşünceye kendinizi kaptıracak kadar alçalmayın.


- Gerçekten çok yakın bir akrabasını kaybeden kişi bir sosyal paylaşım sitesinde bunu ileti yapabilecek kadar sığlaşıp yeni gelinin zekere sarıldığı gibi bilgisayara sarılabilmişse muhtemelen travmayı atlatmıştır. Üstünden bir iki ay geçmeden yakınının ölümünü cümle aleme duyurma gayretindeki tanıdıklarınızı listenizden silin. Tahminen BES'lidir ve o durumda bile ezikliğini avantaja çevirmeye kalkacak kadar iğrençtir.


- Engellilere ihtiyaç duymadıklarında yardım etmeye kalkmayın. BES yalnızca fiziksel ya da zihinsel yönden bir engeli olmayan kişilerde görülür.


- Hiçbir kadın programını izlemeyin. Ayrıca izlememeniz gereken kanallar hakkında bilgi almak için benimle iletişime geçebilirsiniz.


- Ebeveynlerinize ihtiyaçları dışında destek olmadığınızda size kızıyorlarsa onlara lise düzeyindeki kitaplarda bile yazan "Hiçbir çocuk doğmayı kendisi istemez." başlıklı makalelerin bir kısmını okuyun.


- Üstad Umut Sarıkaya'nın eserlerini takip edin. Kendisi "Biliyorsun benim şizofren bir tarafım var." "Ya aslında bende panik atak var." gibi yaklaşımlarla ergen yapaylığındaki eksikliklerin ekmeğini yiyen zihniyetin temsilcilerindeki BES'e dair pek çok eleştiride bulunmuştur.


- Sokaktaki çocuktan alışveriş yapmayın.


- Dilencilere de para vermeyin. Uzakdoğu'da dilencilere para vermek terbiyesizlik sayılır çünkü bu, kendinizi ondan üstün gördüğünüze dair bir toplumsal mesajdır. Anladık, Uzakdoğu'da değiliz ama Türkiye insanının göçebe kültürden getirdiği bilinçaltını hatırlayın ve gittikleri yeri asimile etmeyi değil oranın ne kadar kültürü varsa şak diye benimsemeyi seçtiklerini unutmayın. B.ktan b.ktan şeyleri kendinize atfedeceğinize bir zahmet erdemli mevzuuları da kabullenin.


- Teşhis koymakta zorlanırsanız, Türk sinemasından konu açın. Ç.ğ.n Irm.k ve M.hsun K.rmızıg.l filmlerinin sıkı takipçileri BES'lidir.


For English, press 9.
Hadi bakalım...


Hav!!!

İ.neliğin dayanılmaz hafifliği...



Dün Uykusuz dergisinde Ersin Karabulut'un "Sandık İçi" köşesini okudum. Kadınların yalnızca "kadın" oldukları için neredeyse "pozitif oto-ötekileştirme" şeklinde g.tten atıldığı belli ve geri zekalıca bir tabir kullanılarak tanımlanabilecek bir zihniyetle kendilerini koruma kisvesi altında çirkinleşmelerinden duyduğu rahatsızlıktan bir kez daha dem vurmuş.


(Hatırlayabildiğim hatlarıyla) Ersin Karabulut'un bir önceki yakınmasından örnekleyeyim;


Taksiye bineceksiniz. Bir taksi önünüzde duruyor ve içinden bir kadın iniyor. Siz boşalan taksiye binmek için hamle yapıyorsunuz fakat yanlışlıkla eliniz kadının eline değiyor bir şekilde. Bunun üzerine cinsel açıdan eğri büğrü gelişmiş bütün Türk kadınlarının yapabileceği üzere kadın size ters ters bakıp hızla elini çekiyor ve "ÜFFFF!!!" deyip gidiyor. Siz de orada eline geçen her fırsatta kadınlara temas edip eve gidince elini değdirdiği kadınları tahayyül ederek o fantezi senin bu orgazm benim koşturan bir otuzbirci olarak sap gibi kalıyorsunuz. Ama kadın olduğu için "Çok afedersiniz, yanlışlıkla oldu. Keza isteyerek olsaydı bunu hissederdiniz. Bu yaşınıza kadar edindiğiniz tecrübelerle nasıl bir zihniyet geliştirdiniz bilmiyorum ama inanın dünyada sizinle herhangi bir biçimde fiziksel temas kurmadan da yaşamını sürdürebilecek kayda değer rakamlarda insan var. Ayrıca da kendimi tutmamı bile engelleyecek kadar Perdita (Bkz. 101 Dalmaçyalı) da sayılmazsınız." diyemiyorsunuz. Dediğinizde de zaten tahminen düşünce yapısı gereği ya sizi dinlemeyecek ya da anlamayacaktır. Temelde erkeklerin kötü niyetli olmakla itham edildiği Türk flört camiasında ve bir kadının daha göz açıp kapamadan eline değen erkekle ilgili seksüel düşünceler geliştirip bunları yargılayarak karşısındaki adamı infaz etmedeki hızı tartışılmaya ve takdir edilmeye değer diye düşünüyorum ama o başka bir konu.


Ben buradan yurdum eşcinsellerine getireceğim konuyu. Eşcinsellik derken bu tanımın içine transseksüaliteyi ve travestiliği de eklemekte (Hatta bilhassa eklemekte) fayda var.


Homofobi muhabbetleriyle kafa s.kmek değil niyetim ama sinir bozucu birkaç ayrıntı var. Birincisi erkek eşcinsellerden "erkeksi" tavırlar gösterenler gündelik yaşamda homofobiyle pek mücadele etmek durumunda kalmıyorlar denebilir. Öte yandan metropolde yaşayıp efemine davranışlar gösteren erkek eşcinsellerin nispeten "paçoz" olanları (Bu arada cümlede geçen "paçoz"; sosyo-ekonomik ya da sosyo-kültürel donanımla alakalı normlardan bağımsız değerlendirilsin mümkünse.) herhangi bir yer ve zamanda istedikleri gibi davranabilecekleri ve istediklerine çemkirebilecekleri yargısına kapılmış gibi görünüyorlar. Bunun kaynağında da kapı gibi "i.nelikleri" var. Hani yani itiraz etmeniz ya da terslemeniz halinde "Aaaayyh! Homofobik! Eşcinselim diye değil mi! Bık bık bık..." yapmaya temayülleri vardır. Gözlerini oyup parmağınıza bulaşan rimelleri kiminin Terkos'tan kiminin Topman'dan alınmış kıyafetlerine sürdükten sonra kendilerini nezih bir çöp konteynırına savuruğunuzda da nefret cinayeti işlemiş olursunuz. Heteroseksüelseniz homofobik, eşcinselseniz "Kendi kimliğini kabullenememiş hain" addedilirsiniz. Eşcinsellikle homofobi farklı şeylermiş gibi.


İkinci bir nokta ise bütün bu durumların farkına varmayı reddeden tutuk zekalı eşcinsellerin eşcinselliği (Bir daha "eşcinsel" dersem lütfen yazının bundan sonrasını okumayın ben de çok sıkıldım!") heteroseksüellerin algısına açmaya nasıl bir ket vurduklarını anlamada yaşadıkları zorluk. Bütün "lubunyalar" sözde gay-friendly bünyeler tarafından "Bana ne canım, insanların yatak odasında ne yaptığı bizi ilgilendirmez" yaklaşımıyla yönelimlerinin yatak odasına sıkıştırılmasından rahatsızdır. Ancak bunu istismar etmek de insanlara işin doğrusunu öğretmek açısından bir b.ka yaramaz. Bu şirin paçozlar ailelerinden her nasıl bir eğitim almışlarsa ya da her nasıl bir baskıdan kaçıp da "Böyük şehre" gelerek kendilerini kamuya açmışlarsa insanların gündelik ilişkilerde uymaları makbul olan, yazılı olmayan kuralları g.tleriyle algılamalarından mütevellit; gönül rahatlığıyla hayvanlaşmaktan, bağırıp çağırmaktan, çevrelerini bilinçli biçimde rahatsız etmekten geri durmazlar. Ama siz onlara itiraz edemezsiniz. Çünkü onlar "gey"dir, "ezilmiş"lerdir, "doğduklarından beri baskı altında"dırlar, "babasız büyümüş"lerdir. Bu yüzden onlara müsamaha göstermek zorundayızdır ve kendilerini ne kadar alçaltırlarsa alçaltsınlar; cinsel yönelimlerini kullanarak, "gey" olmaktan başka ayırt edici bir özellikleri ve tanımlamaları olmadığını gözümüze ne kadar sokarlarsa soksunlar; bunun da ötesinde işin tartışmasız en önemli kısmı olan "diğer geylerle ilgili yargılamaları nasıl olumsuz yönde etkileyip karikatürize geyleri medyanın ayaklarına sererek bu konuda bir kara kurbağasından daha bilinçli sayılmayan halkın sair ekseriyetinin sahip olduğu homofobiyi ne kadar körüklerlerse körüklesinler sesimizi çıkaramayız. Yani bu "ebedi haklı" i.neler hem homoseksüellere hem heteroseksüellere rahatsızlık ve zarar verirler. Ama bu konuda hiçbir şey yapmazlar. Yalnız kalmalıdırlar. Uyarılmalıdırlar, beğenilmemelidirler.


Histrioniden muzdarip olduklarından gündüzleri sosyal ortamda amiyane tabirle "mahalle karısı" edasıyla ağız dalaşı yaptığı taksiciye gece rastlayınca kuytuda "ağızdan hizmet veren" muhakeme fakiri bu kuniller komşu ülkede kendileriyle aynı cinsel yönelime sahip insanların vinçle asıldıklarını bilmediklerinden yaşadıkları "şehrin" kıymetini anlamazlar; bu yüzden metropolde yaşamanın da kendince gerektirdiği birtakım normları olduğunu idrak edemezler.


Bilinçlendirmek lazım.
Evet, şimdi kendimi daha iyi hissediyorum.
Hev!

14 Ocak 2011 Cuma

O nasıl bir geliştir 2011?!




HAV!!

İçimdeki pamuk ipliğine bağlı pozitif hissiyatların başına bir halel gelmeden derhal yazıyorum:


2011! Buradan sana sesleniyorum! Bak arkadaşım; 2010 iyiydi hoştu ama sonlara doğru epey s.çıp batırdı, günler karardı, ay tutuldu... Senden de beklentimiz çok yüksekti ama sen de fos çıktın galiba? Sıkıntın ne canım benim? Asiye'yi göremiyorum, işyerimde bunaltıdan öyle bir hal alıyorum ki kulağını dayasan bir Anathema ezgisi yükselecek bünyemden, evde bir coşku seli hakim, malak gibi oluyorum... Sıkıntın ne?!

Başta söylediğim gibi pozitif hissiyatlarım pamuk ipliğine bağlı. Çok ama çok gereksiz bir biçimde. Hani "rahat batıyor" tam karşılamıyor - "G.tteki zeker ihtiyacı" demek daha doğru ama bu da adil değil. Ne yapayım, elimdekine şükredeceğim diye Saba Tümer'e mi dönüşeyim? Hayır efendim, gayet de şikayet ediyorum, nedir yani? Sebebini düşünüyorum, elime net bir veri geçmiyor; ihtimaller olsa da. (Bu kadar da silinmeye layık bir cümle olur muymuş; olurmuş...) Mesela en güçlü ihtimal şu: Ben bir ara karma mantığıyla çevremde olup bitenlere maksimum pozitivizmle yaklaşmaya çalıştım. Hani yani "Evet, ayaklarımın yarim santim ötesine tükürmeye çalışan adam ağzından s.çmış olabilir ama belki de bir sağlık sorunu vardır. " ya da "Facebook sayfamdaki bazı arkadaşlarımın profil fotoğraflarının Nuray Hafiftaş'ın 90'lardaki 'Asker yolu' vb. albümlerinin fotoğraflarını andırıyor olması ve bunların sair arkadaşlarınca 'Cnm chok tatli cikmissin.' veyahut 'Budur işte ya! Budur!!' biçimlerinde yorumlanması ne kadar yanlışsa, benim bu arkadaşlarımın fotoğraflarına 'İşte bunlar hep sevişememekten, bir sevişseniz bir şeyciğiniz kalmayacak' yazıp kendilerini listemden silmeyi planlamam da o kadar yanlış." gibisinden. Fakat anladığım kadarıyla bir şeyler ters gitti ve ben bu ve benzeri düşüncelerimi çokça bastırmaya çalışmış olacağım ki teşebbüs ettiğim iyimser yaklaşım bana yol, su ve minör depresyon olarak geri döndü.


Neyse, şikayetin b.kunu çıkarmayayım. Bir sürü yenilikle geldi 2011, burası bir gerçek. 2010'da başladığım spor etkinliği, (Evet, yapılamaz denileni yaptım, ciddi ciddi spora başladım ama o da şu aralar hüsranla sonuçlanmaya doğru emin adımlarla gidiyor çünkü beslenme uzmanının " Sen istediğin kadar çalış, o gördüğün Rottweiler'ların kaslarına sahip olamazsın, ilaç kullanmadan kimse sahip olamaz." şeklindeki açıklaması üstüne motivasyonum, sahibi dana rosto yerken mama kabına kuru mama koyup bunu iştahla yemesi beklenen Asiyem'in hevesiyle aynı seviyeye indi.) henüz birkaç aydır çalışmama rağmen ümitli olduğum ney üfleme girişimi, (Ki sinirlenip aleti kemirmeye başlamadığım için her gün kendimi köpek bisküvisiyle ödüllendiriyorum.) fena halde bodoslama atladığım uzun metraj film çekimleri (İsmi Baks Bani'dir ve tahminen süper bir şey olacaktır.) ve elbette Mekan.Artı'nın açılışı, Asiyem'e karşı duyduğum tarifsiz gurur.


2011'e giriş de pek bir şenlikli oldu. G.tümüzü yaya yaya eğlendiğimiz (Kendi Mekan'ımız; o bakımdan.) bir bar ortamı yaratıldı ve optimum sayıdaki dostlarla karaoke, dans ve daha nice [YAZAR BURADA EDEBİYAT YAPMAYA ÇALIŞMIŞ VE SAHİBİ TARAFINDAN KAFASINA GAZETEYLE VURULARAK SANSÜRLENMİŞTİR.]

Bütün geceyi sadece iki fotoğrafla tamamlamış ve sonunda beton gibi kafayla yuvamın salonunda uyuyakalmış olsam da bana o geceyi yaşatan Asiyem'e, Birg'e, Jam'e, Anka'ya, Çilli'ye, Tarçın'a, Karabaş'a, Dani'ye, Nart'a, Nazo'ya, Absynth'e, Philly'e ve Çiyan'a binlerce teşekkür!!!

24 Eylül 2010 Cuma

Dibini dövmeyen diziyi döver ;


Hiç sevmiyorum blog'umda güncel olaylara yönelik bir şeyler yazmayı; keza (gerçi daha ağırlıklı nedeni pek ilgilenmemiş ve bilgilenmemiş olmam olsa da) referandum döneminde falan bile iki satır bir şey yazmaktan imtina ettim. Ne var ki şu son iki üç gündür medya sapıtmış durumda.

Konuya geliyorum, şimdi ben televizyon izleme konusunda biraz sorunlu olduğumu düşünüyorum. Yerli dizi izlemiyorum, haberlerden de sıkılıyorum. Fekat işyerimde sabahtan akşama kadar çuvalla (... para diyebilmek isterdim...) zamanım olduğundan bir gazetenin sitesinden haber takip ediyorum. (Doğru tahmin, sosyal paylaşım sitelerine de girilmiyor. Gerçi dün Avatar'ın online oyununu bulup oynamıştım, eğlenceli sitelere girilebiliyor bir noktada... Uzar bu.)
Üç gündür dikkatime çarpan üç haber oldu. Birincisi; Osm.n Sın.v Bey'in "Kı..ç Günü" dizisinde (Ki çok merak etmeme rağmen hiç izlemedim. Merakım azalıyor ama önlenemezcesine.) ilk gördüğümde çok takdir ettiğim "Eşcinsel yatak sahnesi" hakkında yaptığı "Bu sahneleri provoke amaçlı kullanmadık. Böyle bir amacımız olsaydı daha önceden görselleri basına verirdik. Hikâyemizde Firavun'un sarayından bahsediyoruz. Firavun'un sarayında böyle şeyler vardır. Bunlar gerçektir. Karakter tanımlaması yapıyoruz. İyiliği, bütün güzelliğiyle gösterebilmek için karanlığı da bütün çıplaklığıyla göstermek lazım. Yoksa 'iyi' hissedilemez. Sığ kalır. Biz kimsenin cesaret edemediği şeyleri göstermeye çalışıyoruz. Ahlâksızlık propagandası yapmıyor, aksine o tip insanların profilini sergiliyoruz. Bu kişiler ve ahlâksızlıklarını gösterebilmek için ahlak sınırları dışına çıkmadan bir şeyler yapmak zorundayız". yorumu oldu. Be adam! Bir şeyin "ilk"ini yapmışsın. Yaptığınla kal işte! Niye bile bile kötülük yapıyorsun. Kötülük yani bu yaptığın a çipilcan! Sussa bütün eçcinsel tayfa takdir edecek. Yok, durunamıyor ki adam, illa çoğunluğun ağzına çalacak balı!
İkincisi şu meşhuuuuuuuur Tophane baskınları. Çok yönlü bir olay o yüzden ben bu kuçukuçu beynimle derin eleştiriler getirmek istemiyorum, zaten gereksiz de. Yalnız turistler cephesinde çok çirkin oldu olay be! Dayak mayak yani. Bilmeyenler olması ihtimaline karşı konuyu açayım, Tophane'deki iki sanat galerisine bıçaklı, sopalı, öfkeli ve imanlı takriben otuz kişilik bir güruh on beşer dakika arayla baskın yapıyor "Geldiğiniz yere gidin! Siz bizi semtinize almıyorsunuz, biz de sizi semtimizde istemiyoruz!" vb. özsaygı fakiri, kompleks pıtırcığı ve benimsenmiş eziklik send-romu (Hayır, literatürde böyle bir şey yok. Ama sosyal psikoloji doktoramla birlikte alanyazına katacağım. Ya da ben bununla ilgili bir yazı döşeyeyim tez zamanda en iyisi.) dolu nidalarla ve camı çerçeveyi de indirerekten galeridekilere kafa göz dalıyorlar. Galeride yabancı sanatçılar falan da var. Ama baskıncılar o kadar tecrübeli olmasa gerek ki yalnızca beş kişi hastanelik oluyor. Gerekçeleri sokakta içki içilmesi. Başta böyle "İnsanlar rahatsız olmuş, öyle komşuları olsun, mahallenin abdesti kaçsın istememişler." gibi yorumlar medyaya kakalanmaya çalışılmıştıysa da işin rengi sonradan şu şekilde ortaya çıktı ki aslında bayağı bayağı böyle organize, planlı falan bir ahaliymiş saldıran - zira asıl, konu komşu galeridekileri bunların elinden almış. En şiriniyse elbette lacivert ordunun oraya intikal ettikten sonra saldırganları köşeye çekip böyle babacan babacan "Yapmayın, etmeyin." diye teskin etmesi ve buna müteakip saldırıya uğrayanları ifadelerini almak üzere merkeze götürmeleri! Evet evet, işte Sivas '93'ün daha az sayıda ve daha az ünlü telefatıyla sonuçlananı. Ha ama bu burada biter mi, bitmez! Daha bunun linci vaaar, asması vaar, kesmesi vaaar. Hani yani protesto pankart mankart yok, direk hüküm falan verilip kendi eliyle cezalandırıyor ehl-i iman halkımız... Her daim yanlarında olan polis abileri zaten fazla mesai yapıyor, gayrı o gecelik pek yorulmasınlar diye büyük ihtimalle. Hoşgörü dini. Gerçi ne alaka hoşgörü... Garibim Mevlana hiç İslam'a bulaşmasaydı keşke; bu yavşakların da ağzına sakız oluyor. O ayrı konu neyse. Asiye'm der ki: "Kendini bilinçli zanneden cehaletten daha tehlikelisi yoktur." Hoş bu onun lafı mı bilmiyorum ama benim kaynağım kendisi. Eh, artık suyumuz yavaştan ısınıyor gibi. Şeriat gelsin, karın ağrısı bir geçsin, herkes derin bir oh çeksin, bacılarımız çok şükür bir kapansın ;"Ya sev ya terket!"çileri şöyle yanaklarından "Abududbudbudbdubduuuu!" diye sıkıp çok sevdikleri ülkelerini istedikleri coğrafi bölgeden başlayarak dübürlerine duhul etmelerini söyler; kart atmayı da ihmal etmem.

Üçüncü olaysa R..Ü.K.'le alakalı. Kurula 16 - 21 Eylül tarihleri arasında gelen 4272 şikayetin 455'ini, yani %11'ini bu en baştaki Kıç Günü'deki "aynı yatakta iki erkek" sahnesi oluşturuyor. Ha ben sahneden hiç bahsetmedim. Efendim, iki eşcinsel erkekten biri yatakta uzanıyor, beline kadar çarşaf çekilmiş; ikincisi de belinde havluyla yatak odasına giriyor, telefonla konuşuyor, sonra diğer adamın yanına uzanıyor. Yani ekranda değil bir dildo, değil bir pipi, birazcık baldır bile görünmüyor. Ama şikayet edenleri suçlamamakta fayda var, zira sahne hiç de itici değildi, bilakis erotikti. Artık kaç homofobik ekran başında minör ereksiyonlar yaşadıysa "Pipime mi sarılayım, ahizeye mi?" savaşında ikinci seçeneğe yönelmiş ve bu "kabul edilemez" sahneyi şikayet etmeyi uygun görmüş. Ha, şikayet eden hanımlar; evet, kocalarınız sizi % 90 ihtimalle başka kadınlarla, % 70 ihtimalle hem başka kadınlar hem de başka erkeklerle, % 50 ihtimalle başka erkeklerle ve % 80 ihtimalle de yiğeniniz ya da komşunun küçük oğluyla aldatıyor. Eh, evlendiğinize yanın!
GRRRRRROOOOWWW!!!


8 Ağustos 2010 Pazar

İzmir, Karaburun ve hayatımın en güzel tatili (Şekil 1-A)



HAV!

Ne tatildi ey köpüşler tanrısı Ares! Ağustosun ortasında di'li geçmiş zaman kullanmak benim de canımı yaksa da 657. koğuşta vaziyyet bu şekilde iştigal ediyor. Tatilimin son 20 gününün on gününü daha annem babam ve ablamla memleketimde (Evet, köken olarak Yugoslavyalı olabilirim ama kütüğüm Akdeniz vilayetlerinde!) geçirmek zorunda kalmaktan şikayetçi olmam beni başta bayağı rahatsız etti; işin aslı ailemle daha yakın olmak, onların hislerine tercüman olmak, ne bileyim; Çocuklar Duymasın'ın yeni versiyonunu (Önceden söylemişliğim var, tekrar söylüyorum:: Aferin Bir.l G.ven; iyi b.k yedin!) ağız dolusu kahkahalarla, dizlerimi döve döve izleyerek onlara eşlik etmek gibi planlarım olmuştuysa da bunları hayata geçirmeye yeltenmek bile bünyemin alabileceğinden fazlasını oluşturuyor. (Bünyamin değil.)

Biraz toparlayayım. Tatilim şu şekilde cereyan etti: İstanbul-Mersin-İzmir-Mersin. İstanbul'dan Mersin'e ilk gelişimde sorun yoktu, beni bekleyen uzun bir tatil ve dahası İzmir vardı önümde. Asiye'm İzmir'de beni bekliyordu ve bu gidişimle alakalı beklentilerimin tamamen gerçekleşmesi bir bakıma gerçeküstüydü. Bu başka bir konu. Asıl dava, ilk Mersin etabında canımın sıkılmamasını sağlayan beklentinin ne yazık ki zayıflamış olması. Yani önümde tatil matil yok. Muhtemelen cehenneme dönüşecek bir "ramazan ayında niyetli devlet kurumu" kıyameti var. Oradaki angarya işleri saymıyorum bile. Ben hadi bunu da es geçip olumlu yönlerden bakıyorum. (Gerçi azımsanacak gibi de değiller.*) Bu kez de sabırsızlıktan ödem çıkaracak hale geliyorum oramda buramda. Yani bir kere çok sıcak buralar. Veterinerin söylediğine göre güneşe allerjim var. (Ki birincisi, bence klor da olabilir; ikincisi, Asiyem'le güneş allerjisinin ne kadar havalı olduğu üstüne konuşmuştuk, buradan onu da iliştireyim.) Güneşi geçtim, uyunmuyor! Annemlerde kaldığımda beni pamuktan bir "döşek"te yatırıyorlar; ki bu tamamıyla anlaşılabilir çünkü beni o kadar seyrek görüyorlar ki, yakında sırtımda valizimle geldiğimde ilk başta çıkaramayabilecek haldeler. Ama benimki de can demek istiyorum! Ablamda kalsam daha beter; katlanan kanepe! Hani şu "Mino", "Reis" ya da onun gibi geri zekalı isimli firmaların ürettiği, böyle amatör pornolarda kızla oğlanın kirlenmesin diye üstüne çarşaf serip güreştikleri, betondan hallice kanepelerden. Neyse ki ablamın evi nispeten serin. Ama her gece de ablamda kalamıyorum; annemler üzülüyor. Annemlerde de sabahtan akşama kadar Avatar'ın (Aklına öncelikle James Cameron'ın son filmi değil de animasyon dizi gelen parlak tüylü mis popolu köpüşlere bin selam!) sezonlarını sil baştan izlemekten helak olmanın eşiğinden dönüyorum. Yanisi şu ki; istediğim kadar ailemle ilgilenemiyorum diye üzüldüğümü düşünüp kendimi kandırayım: aslında basitçe (*) İstanbul'u, Asiyem'i, bizim tayfayı çok özlüyorum. Bu da burayı çekilmez kılıyor. Sabahtan akşama kadar Avatar, Jay Leno, Ellen DeGeneres (Ki lezbiyen olmak üzereyim) ve Alacakaranlık'ın kitabı (Evet, şu Stephenie Meyer'in yazdığı bestseller! Düşünün artık!) etrafında dönen bir hayattan bahsediyorum. Varın siz hesap edin. ("Hesabedin" yazılmıyordu değil mi bu?)

Ne var ki şu yukarda bahsettiğim Mersin-İzmir-Mersin'in İzmir sekmesi o kadar takdire şayandı ki bir yıllık enerjimi orda topladım diyebilirim.

Sürprizlerle dolu bir kuçu kuçu olduğum için beni İzmir'de bekleyen Asiyem'e 22 temmuzda orada olacağımı söyledim ancak hem on birinci ayımızı birlikte geçirmiş olmak; hem de sürpriz yapıp yarimi sevindirmek adına tam anlamıyla yazın çılgınlığını yapıp İzmir'e bir gün önceden gittim! Beni otobüsten indiğimde eski dostum Fırfır karşıladı. (Ki kendisi beni Guitar Hero ve ordan doğru Playstation illetine bulaştıran bir k.lleş köpüştür.) Arabasıyla yuvasına gittik ve heyecanla Tarçın'ı arayıp beni Asiyem'in evine götürmesini istedim. Neyse ki benim romantik sevgilim bu tarz bön sürprizleri bile coşku ve mutlulukla karşılayacak kadar kalenderdi. Ya da o sırada sıkıntıdan patisinde bir jiletle odasında oturup seçenekleri değerlendiriyor olmasından kaynaklı bir sevinç patlaması yaşadı-bilemiyorum.

Kayınvalidem olduğunu bilmeyen kayınvalidem ve kayınpederim olduğunu bilmeyen kayınpederimle biraz zaman geçirip (Ki sözkonusu kayınpederimle bu "az" gerçekten kelime anlamını ciddi ciddi karşılıyor.) gezmeye çıktık.

İzmir'de benim için bir dolu yenilik oldu; hepsini ayrıntılarıyla anlatmayacağım (Şaka yapıyor olmalısın!). En güzellerinden biri artık bir mit olduğuna (Milli istihbarat gibi değil, banelleşmeyin! "Mith"!) inanma safhasını aşıp bunu "bildiğimi" düşünmeye başladığım Goo Goo ile tanışmak oldu. Sonrasında da Jam ve Dani. Şaşırtıcı bir şekilde hepsini birden sevmem ya hepsiyle oturup içmiş olmamdan ya da İzmir'de Asiyem'in yanında huzur manyağı olmamdan kaynaklanmış olabilir bilmiyorum. (Hepsinin gerçekten iyi havhavlar olması ihtimali de var... Evet ya!) Goo Goo şu sıralar işine duyduğu nefreti bütün kainata yansıtmaktan kendini alıkoyamadığı için biraz gergindi. Jam, pozitifler pozitifi, şekerler şekeri bir kuçukuçu olarak yaş mama tadındaydı. Dani de muhabbeti pek keyifli bir köpüş olarak kayıtlara geçti.

Bunun dışında İzmir: Varan-1; şortlu polisler! Varan-2; muhteşem barlar vegece hayatı! Varan-3; komşunuz kadar sızakkanlı insanlar! Öyle ki Asiyem'le şu tespiti yapmıştık: Zamanında felsefenin doğduğu bu topraklarda yaşayan insanlar elbette ki çağlar boyunca insan ilişkilerinde hoşgörüyü taşıyagelmişlerdir. Yalnız tiyatronun katilini bulamadık. Şaşırdık. Tabii ki Varan-4; Çeşme The Cranberries konseri! Hayatımı grubunu da dinledim, artık rahatça ölebilirim! Tamam, konser alanına gidiş yolu bir hayli "Geçen yaz ne yaptığını biliyorum" havasındaydı ama konserde ben başka bir yerdeydim.

Ama İzmir'le ilgili düşüncelerimin değişmesi beni feci sevindirdi. Bulduğum her fırsatta İzmir ve insanları hakkında atıp tutmak epey aptalca hissettirdi. Aynı şeyi Karadeniz'de de tecrübe etmeyi hedefliyorum şimdilerde.

Bir de Karaburun elbette. On kişilik bir kitleyle tatil yapmak bambaşkaymış. muhtemelen havuzdan kaynaklanan kırmızı benekler vücudumu kaplamasaydı daha az şeyi kafama takardım ama alkol, et ve gece gezmeleri her gözümü kapattığımda hayalime geliyor. Ha, sessiz sinema; tabi! Anlatamadığım "C Blok", Tarçın'ın manyak gibi anlattığı "Şirket" ve Kemik'in "Azınlık Raporu" da zirve benim için.

Fakat bunların hepsi bir yana; İzmir hiçbir şeyi başaramamışsa Asiyem'e tekrar aşık olmamı başarmıştır.

Bayık cümlelerle kafa şişirmeme yeminimden dolayı buraya hislerimi tam olarak yazamıyorum. Ama artık biliyorum ki ne "güven" bu güne kadar bu kadar somut hissedildi, ne de Benekli bu kadar sevildi.

Seni seviyorum İngiliz soylu köpüşüm!

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Mumları üfle köpüşüm...


İyi ki doğdun Asiye'm... Yaş mamam, dış parazit aşım, gömülü kemiğim... Seni kokluyorum...